Su Gibi Akmak mı, Şekil Almak mı?
“Aşkın kendini gerçekleştirmekten
başka tutkusu yoktur. Fakat aşıksanız ve arzularınız olacaksa mutlaka, şunlar
olsun arzularınız: Erinmek ve akan bir dere olmak ezgisini geceye söyleyen. Tanımak
haddinden fazla sızısını. Yaralanmak kendi aşk idrakinizle; kan ağlamak isteyerek
ve sevinçle. - Cibran”
Merhaba sevgili okur. Uzun zaman
oldu biliyorum. Arada derede bir şeyler karalasam da uzun zamandır aşkı anlatma
çabasındaki bir çifte yakından bakmıyorum. Beni okuyanlar bilir, hikayedir
aslolan diyerek yazarım ben. Ama tabi o hikâyede bir yerinden bir duygunun beni
yakalaması, tutup sürüklemesi gerekir. Şimdi içimde yankılanan o duyguyu bir
yerinden yakalayan ama bunun sürekli olup olmayacağından emin olmadığım bir kurgu
aşkını yine bence, bana göre anlatmaya çalışacağım. Peşime takılmak istersen hadi
tut sözcüklerimi gidelim. Sürekli okuyanlarımdan birinin dediği gibi olan hikâyeye
bence bakarken yeniden mi yazarım yoksa yazanlarının aslında anlatmak istediği
midir yazacaklarım, birlikte keşfedelim. Aşk acıya talip olmaksa, bile bile
formunu dönüştürmekse, ateş olup yanmak, su olup akmaksa bir yerinden bunu yakalayan
kurguyu kovalamak da güzeldir diyelim.
Sebeb-i girizgahımın müsebbibi
çift yine aslında başından beri izlemediğim ara ara videolarıyla karşılaşsam da
uzun uzun üstünde durmadığım bir hikâyenin parçası olarak karşıma çıktı. Sonra minicik
bir ayrıntı, bu çiftle “su” arasındaki ilişki beni cezbediverdi. Su ki
hayattır, yeşerten, yaşatan, hafızası olan, şamanik öğretilerde bilgeliği
temsil eden. Sessizliğinde sakladığı direnişiyle, form değiştirebilmesiyle
mucizesini içinde taşıyan. Tamam tamam yazıyorum.
Su mucizesine göz kırpan bu çift: Türkan
ve Somer.
Üç Kız Kardeş kitabından ekrana
seken hikâyenin başladığı nokta benim açımdan pek de izlenesi değildi aslında. Zira
aynı gün başka bir işe bakıyordum vakit buldukça. Bizim evde kumanda sahibi sevgili
annem o işteki baş erkek oyuncunun karakteri ölünce hikâye ile bağını kaybetti
ki sanırım aynı sorun bende de baş gösterdi. Ayrıntıya gerek yok ama bir dizide
kişiyi bağlayan pek çok dinamik olmakla beraber biz kadınlar o hikayedeki nahif
aşkla çok daha kolay bağ kuruyoruz sanıyorum. Neyse esas oğlan ölüp yerine yeni
bir esas oğlan gelince bizim kumandanın rotası değişti haliyle. Kaynana dayağı,
zorlama evlilik bu evlilikten umulan aşk filan, amann yine mi şiddet derken son
derece standart hikâyenin içinden çıkabilecek bir potansiyel bizi bir yerinden
yakaladı. Ama itiraf biz yakalandığımızda ilk dört geçilmişti.
Çocukluğu sevgisiz bir evliliğin
içinde geçmiş Somer’in, babası ile aynı kaderi paylaşırken buna isyanıyla kırıp
döktüğü ama bir taraftan da tüm isyanına rağmen otoritesine boyun eğdiği
annesinden korumaya da gayret ettiği Türkan’la arkadaş oluşuydu ilginç olan hikâyede.
Aşık çiftlerin konuşma özürlü olduğu kurgu dizi evrenimizde Somer ve Türkan
sürekli konuşuyordu. Dur hemen deme son bölüm diye, oraya da geleceğim. Somer’in
yaralı çocukluğunun karşısında tüm tezat haliyle duran mutlu çocuk Türkan. Sevmenin
bir alma verme hatta karşılıklılık ilkesinde konumlandığına inanan ve buradan
seven Somer’in karşısında karşılıksızlığı sevgiye mesken etmiş Türkan. Ne kadar
Türk filmi değil mi? Ama bir o kadar güzel, nostaljik. Korman sevgisizliğinden
şoklanmış Türkan’ın dayanma çabasına şu an durduğum yerden gözlerimi devirsem
de, bu tezatın zamanla diyaloglarla dönüştüğü senkronu izlemek o kadar
keyifliydi ki. Bu hafta Somer’in de dediği gibi en uzak olduklarında bile gülen,
eğlenebilen, karşısındakini koşulsuz kabule yatkın en çok da içindeki duyguyu
serbestçe konuşan bir çiftti Türkan ve Somer. İki annenin pamuk ipliği ile
bağladığı ikili aynı odanın içinde yaralandı, ağladı, birbirinin yarasını
sardı, oyun oynadı, atıştı. Somer’in umutsuzluğuna karşılık Türkan’ın umuduydu
aslında atışan. Bir taraftan da en tutsak gözüken Türkan. Oysa Canım’ın kafesindeki yaşamı gibi gidemeyen,
özgürlüğü özleyen ama neresinden özgür kalacağını bilemeyen; Rüçhan’a hayatlarının
anahtarını teslim etmiş Kormanlar. Hatta o kafesin bekçisi gibi gözükse de en
büyük tutsağı Rüçhan. Kim tutsak kim özgür? Tüm bu sarmalın ortasında büyüdü Türkan
Somer arkadaşlığı işte. Sonra su gibi aktılar birbirlerine. Deniz kenarında
birbirlerini fırtınalı ve sakin denizlere benzettiklerinde başladı akışları. Benim
için de su oluşları. Kafeslerinden çıktıkları ilk an denize gittiler ve yavaş
yavaş birbirlerinin şeklini almaya başladılar. Su zaten en kolay form
değiştiren şey değil mi? Bir taraftan içinde evrenin tüm sırrını saklarken
damla damla bir taraftan da sükûnetle kabul etmiyor mu zorlamaları? Demiyor mu “Tamam
şeklini alırım ama ben ben olmaktan vazgeçmem.” Somer Türkan’ı öğrendikçe
annesi ve belki Mine’den farklı, o su halini gördükçe teslim etti kendisini,
akışa bıraktı. Sevgisinin karşılıksızlığını kabullendiği Türkan’ın su gibi akıp
gideceğini de hesaplamadı. Hatta o kadar hesaplamadı ki Türkan’ın babası onu
senden alırım dedikten sonra eşya almak için döndüğü ortak kafeslerinde o
yoklukla karşılaşınca gözleri doldu. Ama onun teslime en yakın olduğu bu zamanlarda
Türkan ailesine yapılanlar ve Somer’in hayatında biri olduğuna inancıyla
çıkılamaz denen hatta Korman erkeklerince cidden çıkılamayan kafesin kapısından
akıp gitmişti bile. Türkan akıp gidince Somer de babası da onun açık bıraktığı kapıdan
süzülüp çıkıvermişti bir cesaret. Kendi yarattığı kafese mahkûm Rüçhan dışında
herkes özgür kalmıştı bir anda. Rüçhan bir tarafta dursun. Somer ise kendi su
haline geri döndü Türkan sayesinde. Deniz üstünde, kimseleri sokmadığı evine döndü.
Döner dönmez de fırtına halini suskunluğunda saklayan Türkan’ı aradı. Ama kısa
sürede anladı ki kendisi nasıl onun huzurlu akışının şeklini aldıysa Türkan da
Somer’in fırtına halinin sert dalgaları olarak vuruyordu aşka. Deniz kıyısında
yaşayan Türkan’ı denizden kaçıran, sonra denizin üstünde öpen, sonra denizde
saklamaya çalışan, Türkan’ı ilk kez kalbini ona teslime hazır şekilde sabaha
kadar izleyen Somer’in Mine’ye dair hiçbir şeyi de kendi evi ilan ettiği ve
Türkan’la Türkan’a dair insanları aldığı alanında tutmaması da bana göre
karışmak istediği denizin Türkan olmasına göndermeydi. Sözcüklerini susan Somer
ve o sözcükleri duymadan geri dönmeyi asla düşünmeyen Türkan’ın itirafı da deniz
kenarında mı olur acaba? Bu metaforu ben uydurmadıysam mutlaka öyle olması
gerekir. Çünkü bazı aşklar ateştir. Yakıp kavurur. Yanmak baştan başlamanın
aynılaşmanın yoludur. Yanmadan kendinde olan kendini yok etmeden aynılaşamazsın
bazen. Yanmayı seçmektir bilmenin tek yolu. Bilmek için yakarsın kendini, kül
olursun ki birlikte, külün küle karışsın savrulsun ve bizlik olsun. Bazı aşksa
su olmaktır. Bilen bileni tanır. Zamanla karışır birbirine. Tanıdıkça aynılığını
fark ettikçe sarmalanır aşk. Huzurlu bir bilme halidir. Ama o huzur elinden
alınırsa suyun fırtınaya dönüşmesi en az yanmak kadar acı vericidir. Bilme halinin
acısı kişinin içine oturur. İçini kurutur. Fırtınasında da melteminde de su,
sudur ama. Nehir de dere de denize karışır. Bakalım Somer Türkan’a karıştığını
ne zaman ve nerede itiraf edecek? Etmeli çünkü. Sürekli ıslanmakla olmuyor bu işler.
Dilerim girişte Cibran’ın dediği
gibi aşk kendisini gerçekleştirmenin yolunu bulur bu hikâyede. Zira kitaptan
bağımsız hale geldiğini düşündüğüm Türkan ve Somer’in en keskin ayrılığı
yaşamadan önce gerçekleşmesi lazım. Özellikle Somer’in karışma haline ve duygularının
gücüne ikna olmaya ihtiyaç var. Bir de Türkan ve Somer’i güzel yapan konuşabilmeleri.
Bu özelliklerini almayın ellerinden. Bırakın konuşa konuşa karışsınlar birbirlerine
ki ayrıldıklarında denizi içmekten korkan Butimar’a dönmesi gereken Somer’e
ikna olalım. Aşkta formunu değiştirmeye kararlı Somer’in Türkan’dan başka
çaresi olmadığına Türkan’ın da içindeki bilgelikle acısında yeniden ve yeniden
büyümesine, aşkta deniz olmasına ikna olalım. Şekil almaya çalışan Somer’in koşa
koşa akmasına şahit olalım. Çünkü deniz Türkan ona koşan nehir Somer olmalı bu
evrende. Bence...
Umay Masal