PANDORA’NIN KUTUSU
‘‘Büyüdüm ben.
Yıllanarak değil,
Yaş alarak değil.
Ölümlerle büyüdüm ben.
Oysaki,
Hiç büyümek istememiştim.’’
Ateşi Zeus’tan almak, tüm uyarılara rağmen Pandora ile evlenmek, yasaklı kutuyu açmak. Hepsinin bedelini
insanlık ödüyor gibi düşünülse de ateşi çalan Epimetheus güzel Pandora’sından
olarak, kutuyu açan Pandora ise kutuda
hapis kalıp tüm insanlık tarafından kötülüğü dünyaya yayan kadın diye bilinerek
öder bedelini. İnsanoğluna da ders çıkar. Seçimler ve sonuçlarını üstlenmek ile
ilgili. Çünkü malum seçimler beraberinde sonuçları getirir. Bu sonuçlar da
sorumluluk. Karar her ne olursa olsun sonuçların getireceği sorumluluk
üstlenilmediği sürece anlamı yoktur. Çünkü pişmanlık tam da bu noktada
yıkıcılığının şiddetini arttırır. Sorumluluk almamayı seçmek uzun vadede
sorumluluğunu almadıklarının hatırlatmalarının çığlığını bastıramamak, onlarla
yüzleşememek demektir. Bu da bedel olarak büyür ve büyür.
Yukarıdaki hikayenin Meryem’le bağını kurmak sanırım güç değil. Pandora’nın
kutusu o malum kazayla açıldığından beri pişmanlık, bedel ve bedel ödemeyi red
evreninde savrulan karakterler geride yaprak dökümü gibi mezarlar bırakarak
ilerliyor. Dizinin hayat evreni iyilik ve inanç uğruna ne varsa kurban ede ede
dramatik kurgusundan trajediye evriliyor. Yaşamın kötü tarafları olsa da ve
hikaye düğümleri devamlılık açısından önemli görünse de ben bu kadar siyahlığa
boğmanın gereğine inanmıyorum. Zira midemle bir baskıyla dizi izlemek, zaten zor
olan gerçekliğe kurgunun boğucuğunu da eklemek sıkıntılı. Gülümser’in yalan
söylemenin bedelini ölerek ödeyecek olması, eğer bir ters köşe gelmezse, acı. Dizinin
akıl vercisi, sarıp sarmalayanı, gerçek annesi olan Gülümser Yurdal’ın hırslı
babalığına karşı bir antitezdi. Keza yine
Oktay’ın annesinin yarattığı resmin tam tersi renkleriyle nefeslenme durağıydı.
Gülümser’in ölmesi Savaş’ı, Meryem’i zaten var olan vicdan yüklerinin altında
ezilir hale getirmek değil mi? Oktay’ı ihbar etmemenin bedelleriyle ilerde
karşılaşacak Meryem bunu nasıl kaldıracak? Güçlü’ye Savaş’a hangi hesabı
verecek? Dizinin tek gülümseyeni Güçlü’yü de dertler derya hale getirmek neye
yarayacak? Kafamda deli sorular.
Diğer taraftan Beliz-Berk-Derin ortaklığının Oktay’ın ve devamında Yurdal’ın
başına dert olması her ne kadar bölüm temposu adına çok katkı yapmamış olsa da
güzel olmuş. Hoş dönüp dolaşıp yediği baskıyı yine Meryem ve Savaş’a dert
haline getirmeyi başardı Oktay. Bu arada Serhat Onat’ın geçtiğimiz haftaya
nazaran daha iyi ve hareketli bir Berk portresi çizmesi de iyi olmuş. Bir de
Tülin gerçeği var ki es geçmek istemiyorum. Dizi dünyasının üvey annelerinin
tüm kötü cadı hallerinde inat anne gibi anne Tülin. Naz’a tutumu üvey filan
değil doğrudan annelik. Savaş’ın da dediği gibi, ‘Üvey annem bile var, babam
yok.’ Tülin var. Savaş’ın gıyabında arkasında duran, Naz’ı koruyan, kuyu
kazmayan , anlamaya çalışan biri Tülin. Yurdar’ın ne kadar vicdanına ulaşır
bilemem ama çabalayacağı kesin.
Savaş ve Meryem’e gelince... Bir arpa boyu yol alamayan iki karakterimiz
son iki haftadır sanki biri diğerinin duygularından haberli, diğeri o duyguları
hiç itiraf etmemiş gibi yapmaya devam ediyor. Kabul kimin kimi vurduğu belli
olmayan, polislerin gözü önünde silahlar ateşlenen bir ortamda hele bir de
Sevinç kazası hala arada dururken çok zor aşka düşmek. Ama korkarım dizinin
temposunun artması için ufak ufak da olsa o dokunuşlara ihtiyaç var. Fırın anahtarının
güneş anahtarlıkla Meryem’e teklif edilmesi de bir şey belki ama yeterli değil.
İnanılsın ki bizler işlenen aşkın yavaş yavaş ve eski sevdaya leke sürülmemeye
çalışılarak incelikle sızdırılmaya çalışıldığını anlıyoruz. Yalnız birbirlerine
koşmalarını beklemesek de adımlama görmek istemek de sanırım bir parça hak. Oktay
sorunsalının yarattığı onca şeyde sadece acıda ortak ama orda bile ayrı Meryem
Savaş. Güneş kurabiyelerle sımsıcak ısınan , notlarla gülümseten aşka dair
imasız ama bir o kadar aşka dair incelikler yok oldu gitti. Üzgünüm . Sevdasız
bir hikaye susuz çöl gibi. Kuşkusuz bir parça pembelik, beyazlık serpilse
hikayeye Oktay’ın saplantılı halleri bu kadar sıkıntı vermeyecek insanlara. Oktay’ın
değersizlik hissinin yarattığı , kendinden nefret etme, varlığını olduğu gibi
kabullenemeyip kendinden yeni bir kimlik yaratma telaşındaki obsesif tavırları
belki ilgi bile çekecek. Ama öyle dengesiz ki, siyahla beyaz arasındaki o
mücadele. Siyahtan griye savruluyor izleyen. Oktay’a bakarken onun hastalıklı takıntılarının
sosyal tabanını göremiyor. Oktay’ın annesiyle ilişkisindeki ayrıntının ve
annesinin sınıfsal takıntılarının yansıması hallerinin kaotik halini es
geçiyor. Savaş’ın Sevinç’te imgeleştirdiği şeyin aşktan daha çok ailesizlik
telaşı olduğunu ve tam da bu nedenle Meryem’e ilgi duymasının aslında
yadırganacak bir şey olmadığını hissedemiyor. Meryem’in farkında olmadan
bulaştığı Oktay’ın saplantılı pisliğini Savaş’a ve onun sevdiklerine
bulaştırmamak için mücedele verdiğini görmezden geliyor. Çünkü hep kötünün
kazandığı cepheler hayattaki karşılıklarla gönül yorgunluğuna dönüşüyor. Onca nefrete
inat iyilikle yeşeren güçlü bir aşkın ilk kozadan çıkış sancısını görmek
istiyoruz, istiyorum. Kanatlanmasına var elbet ama o sancıyı duyumsamak,
nefeslenmek olacak biraz. Meryem’in Pandora’ya dönüşmesini izlemekten bir parça
sıkıldım demek istemiyorum ama yoruldum. Paradoks haline gelen pişmanlıklar,
cezalar ve kayıplar biraz dursa.
Son demde; oysaki hayat hazır olmadıklarına hazır olduğundur. Henüz geç
değil. Nefes alıyoruz bak atıyor kalbimiz. Şansımız var. Hayattan alacak bir
zaferimiz bir aşkımız daha var belki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder