hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2019 Pazar

ArHas- Öykü

Ezgi Gör ve Burak Dakak’ı nasıl bir hikayede görmek isterdiniz sorusuna yanıt arıyorken Arhas fandom ben kendimce bir cevap bırakmak istedim bloga. Masalsı uyumu olan Ezgi ve Burak’ın bir gün, bir yerde yeniden biraraya geleceğini veya getirileceğini umuyorum. Bu biraraya gelmede yine umuyorum ki kendileri üzerine kurulan bir hikayenin tarafı olacaklar. İşte bu taraflık bence nasıl olsa güzel olurdu, onu anlatmaya çalışacağım küçük de olsa bir hikayecikle. Keyifle okumanız dileğiyle Arhas fandom. Bu arada zihninizde canlandırma güçlüğü olmasın diye Hasan ve Artemis isimlerini kullanmayı tercih ettim ama karakterler tamamen dizideki yapının dışındadır. Yani okuyacağınız hikayecik isimler dışında tamamen farklı bir evren. Şimdiden keyifli okumalar: )

                                              TAMAMLANMA
Genç adam babasıyla ettiği kavgadan sonra kendisini sokağa atmıştı. Yine ,yeniden, aynı konuda sayısını hatırlayamadığı kavgalardan biriydi yaşadıkları. Ancak Hasan artık bıkmıştı. Babasına kendisini anlatamamaktan, kendi hayalleriyle babasının planları arasında sıkışmanın verdiği yükten yorulmuştu. Bu yüzden ilk kez kapıyı çarpıp odasına kapanmak yerine gecenin bu saatinde sokak kapısını vurmuş dışarı çıkmıştı. Ne annesinin gözyaşlarını ne de abisinin nasihatlerini dinleyecek haldeydi. Yürüdü Hasan evinin bulunduğu sokağı geride bıraktı önce. Sonra çocukluğunun ev sahibi mahalleyi. Ellerini cebine soktu. Gecenin sonbahar ayazını hesaplamamıştı öfkeyle evden çıkarken. Ceket bile giymemişti. Annesinin dediği gibi ilk elleri ve burnu üşümüştü. Aldırmadı. İçindeki öfkeye tutundu. Yürümeye devam etti. Mahalleden de uzaklaştı. Yürüdü , yürüdü. O kadar kızgındı ki. Amacı yoktu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Sadece kafasının içindeki bağırtıdan uzaklaşmaktı derdi. Durdu. Saatine baktığı an anladı iki saattir yürüdüğünü. Ayakları acıyordu. Bir an durdu. Annesi kesin delirmişti. Hayret telefonla aramamıştı. Sonra hatırladı şarja taktığı telefonunu da evde bıraktığını. Önce annesini aramayı düşündü sonra vazgeçti. “Biraz merak etsin. Ölmez ya!” dedi. Elini arka cebine attı. Cüzdanını evde bırakmadığını anlamanın iç huzurunu duydu bir anda. En azından aç kalmayacaktı ya da eve dönmek isterse taksiye filan binebilirdi. Dönmek istiyor muydu? Hayır. Hasan yürüdü. “Yakınlarda bir park olacaktı.”diye düşünüyordu bir taraftan. Okula giderken görmüştü. Üşüyordu. Aldırmadı. En fazla ne olabilirdi? Hasta olurdu, ki bu Hasan’ın umrunda bile değildi. Bugünkü kavgada açılan kaşının umrunda olmaması gibi. Kaşı aklına gelince elini revirdeki hemşirenin attığı dikişe uzattı. Hala çok acıyordu. Gülümsedi. “Peki Cem’in kırılan burnu ne kadar acıyordu?” Kuşkusuz Hasan’dan daha çok acı çekiyordu şu an. Cem’le kavga neden çıkmıştı? Hasan hatırlamıyordu bile. Cem’le ilk kavgaları Buse yüzünden çıkmıştı ama bugünkü olay Buse ile ilgili bile değildi. Aralarındaki kavga Buse ile ilgili olmaktan çıkmış garip bir üstünlük mücadelesine dönüşmüştü. Sonunda parkı gördü Hasan. Adımlarını hızlandırdı. Eylül aynının sonlarındaydı şehir. Parkta insanlar vardı hala. Saat de çok geç olmadığından belki boş bir bank bulmak için bakındı biraz. Sonunda biraz ilerdeki yaşlı çınarın altındaki bankı gördü. Gitti ve oturdu. Oturur oturmaz da ne kadar yorulduğunu fark etti Hasan. Derin bir soluk aldı. Bıkmış ruhunu bırakır gibi bıraktı sonra tuttuğu nefesini.  Geriye doğru yaslandı ve gözlerini kapattı. Derin bir soluk daha aldı.
-Pardon biraz toparlanırsan ben de oturmak istiyorum.
Hasan irkilerek açtı gözlerini. Karşısında kendisine bakan kızıl kıvırcık saçlı kıza baktı:
-Anlamadım, dedi.
Kız omuzlarını kaldırdı ve Hasan’ın bacağını işaret ederek:
-Anlamanı beklemiyorum zaten. Bacaklarını diyorum ,toparlarsan eğer ben de oturabilirim. Küçük ağa gibi yayılmışsın koca banka.
Hasan kızı baştan aşağı süzdü önce. Kendisine tepeden konuşulması hayatta en nefret ettiği şey olmasına rağmen bu kıza bakarken  içinde oluşmasına alışık olduğu o öfkenin zerresini hissetmediğini fark etti. Güldü. Hasan gülünce kız kaşlarını çattı:
-Neden gülüyorsun ya, komik mi söylediğim şey? Allahım ya insanlara insanlık öğretmek ne zor şey.
Hasan kızın öfkesine baktı. Gülümsemesi genişledi. Ama diğer taraftan kızın tabiriyle yayıldığı bankta toparlandı ve kızın da rahatlıkla oturabileceği kadar yer açtı:
-Kusura bakma. Aslında küçük ağalık taslamam pek. Hatta benden küçük ağa mağa da olmaz. Oturabilirsin,dedi.
Kız gözlerini kıstı. Hasan’ın tepkisini ölçüp biçmeye çalıştığı yüzündeki her mimikten belli oluyordu. Hasan işte ilk o an bu incecik kızın yüzündeki kocaman kahverengi gözleri çevreleyen uzun kızıl kirpikleri fark etti. Kız sırt çantasını taktığı tek omzundan indirip hemen yanına oturduğunda bu kez yan gözle ama dikkatle kızı incelemeye başladı. Kızın beline uzanan kızıl kıvırcık saçları vardı. İncecikti. Sanki şiddetli bir rüzgar çıksa uçacak gibi narindi. Beline bağladığı oduncu gömleğini belinden çözüp üstüne giydiğinde:
-Üşüdün mü?, dedi istemsizce Hasan.
Kız sanki başkasına konuşur gibi gözleri karşıda:
-Sonbahar ayazı. Dedem kışın ilk nefesi derdi,dedi.
Hasan bu kez kıza döndü:
-Güzel benzetme kışın ilk nefesi. Ama nefes daha çok hayat için kullanılan bir şey değil mi? Kış bana daha çok...
Kız gülümsedi bu kez. Hasan gülümseme karşısında sustu çünkü yine zihni konuşmaya başlamıştı. Dili ve zihni arasındaki bağ kopmuştu.  Zihni “Oha çok güzel gülümsüyor” derken ağzından çıkacak cümle havada kalmıştı. Kız cümleyi tamamlasın diye Hasan’a bakarken Hasan ne diyeceğini unutmuştu bile. Genç kız bu kez kocaman bir gülümseme fırlattı genç adama:
-Neden sustun?,dedi.
Hasan bir an düşündü. Elbette kendisini şu durumdan kurtaracak çok şey söyleyebilirdi. Ağzı iyi laf yapan, kızların çekici olarak nitelediği biriydi. En kötüsü bunun farkındaydı. Çapkındı. Hatta can yakanlardandı. En kötüsü can yakmayı sevenlerdendi. Ama şimdi , şu an ,burda ait olduğu Hasan kimliğinden yorgunken yeniden o kimliği giymek mi istiyordu? Saniyeler içinde bu soruyu sordu ve cevabını buldu. Kıza döndü:
-Sustum. Çünkü unuttum.
Kız biraz şaşkın:
-Unuttun mu? Cümlenin devamını mı? Niye ki?
Hasan da güldü. Geriye doğru yaslandı yeniden. Ama bu kez fazla yayılmadan. Gözleri karşıda:
-Gülümsedin, ondan.
Kızın kaşları çatıldı:
-O, ne demek öyle?
Hasan gayet vakur:
-Çok güzel gülümsüyorsun. Sen gülümseyince cümle uçtu kafamdan.
Kız hızla ayağa kalktı Hasan’ın cümlesi bitince. Bu kez Hasan şaşkın baktı kıza. Kız çantasını omzuna atarken Hasan da ayağa fırladı:
-Hey hey ne oluyor? Ne dedim ben şimdi?
Kız çattığı kaşlarının altında parlayan kahverengi gözlerinde kızıl bir öfke ile baktı genç adama:
-Bana asılamazsın anladın mı? Bana kimse asılamaz.
Hasan kızın tepkisinden şaşkın baktı o kızıl öfkeye önce. Elini uzatıp kolundan yakalamak istedi dönüp gitmeye hazırlanan kızı. Ancak kızı bileğinden yakaladığı anda genç kız bir anda Hasan’ın bileğini tutan elini yakaldı hızla kıvırdı ve arkasına alıverdi. Hasan beklemediği hamle karşısında şaşkın kalakalırken genç kız adeta tıslayarak:
-Bana sakın dokunma, dedi.
Hasan kurtulmak için hamle yapması gerektiğini bilse de , bu incecik narin kızda ortaya çıkan güce teslim olmak istedi. Hiçbir şey yapmadan sakince konuştu:
-Sadece dürüst olaya çalışıyordum ki emin ol genelde yaptığım bir şey değil. Ne sana iznin dışında dokunmak derdim ne de sana asılmak. Tekrarlıyorum hayatımda senin kadar güzel gülümseyen bir kız görmedim. Bu yüzden unuttum cümlemi ki pek sık başıma gelen bir şey değil.
Kız hala sımsıkı bileğini arkada tutmaya devam ederken Hasan sakince devam etti:
-Bak adını bile bilmiyorum. Hayatımda ilk kez bir kıza samimi olmak istedim ama o da kolumu kırmak istiyor şu an. Lütfen beni bırak çünkü bırakmazsan ben sana hamle yapmak zorunda kalacağım ve inan canını yakmak istemiyorum,dedi.
Kız bir an duraksadıysa da yavaşça bileğindeki baskıyı hafifletti Hasan’ın. Daha sonra da tamamen bıraktı bileği. Hasan’ın bileğini arkaya çevirirken yere fırlattığı çantasını yerden aldı ve hızla Hasan’ın yanından geçip yürümeye başladı. Hasan kızaran bileğine bakıp daha sonra kendisinden koşar adım uzaklaşan kızın ardından baktı.  Bir an zihnindeki o ses “Bırak gitsin” dediyse de ruhunun derinliklerinde bir yerde çatlayan bir merak duygusu zihnini bastırdı ve Hasan kendisini kızıl, kıvırcık saçlı narin ama güçlü kızın arkasından koşarken buldu. Ruhundaki çatlaktan yükselen bir ses bağırıyordu genç kızın ardından:
-Hey güneş saçlı kız, beklesene beni.
Kız  hızlı adımlarla yürürken Hasan’ın seslenmesiyle bir an duraksasa bile dönüp bakmadan devam etti. Hasan tekrar seslendi, bir taraftan da kıza yetişmeye çalışıyordu:
-Hey güneş saçlı neden kaçıyorsun? Korkutmak istemedim seni,dedi.
Bu kez genç kız durdu. Bir an derin derin nefes aldığını hissetti Hasan iyice yaklaştığı kızın. Kız döndüğü an ise hızını alamayan Hasan ister istemez genç kızla burun buruna geldi. Aynı anda da kendisini geriye çekti. Çünkü kızın son birkaç dakikadır gösterdiği hassasiyetlerin farkındaydı. Kız Hasan’ın geriye çekilme hamlesini bir bakışta fark etti. Karşısında sakince kendisine bakan genç adama dikti gözlerini. Hasan bir an duraksadı ama sonra:
-Adım Hasan ve gerçekten sana asılmadım,dedi bir hamlede.
Genç kız tek omzuna taktığı çantayı diğer omzuna da geçirdi yavaşça. Sonra dikkatle Hasan’ın yüzüne baktı. Gözlerini gözlerine dikti ve yine yavaş yavaş sağ elini uzatıp:
-Artemis, dedi.
Hasan uzatılan eli tutsa da şaşkın:
-Artemis? Takma ad filan mı?
Artemis’in kaşları bir an çatılsa da elini sımsıkı kavrayan ele bakıp gülümsedi yeniden:
-Gerçek adım bu. Takma ad değil. Adım Artemis.
Hasan Artemis’in gülümsemesine yine takılsa da bu kez çabuk toparladı kendisini:
-Ay tanrıçası. Vay annen ya da baban oldukça ilginç insanlar olmalı.
Hala elini bırakmayan Hasan’ın samimi şaşkınlığına bakıp yavaşça elini çekti Artemis Hasan’ın avucundan. Hasan ise Artemis’in gülümsemesinin ailesinden bahsedince nasıl solduğunu an be an görmüştü:
-İlginçtirler evet ama ismimi koyan dedem. Dedem arkeologdu. Ben doğduğumda Kybele ve Artemis arasında gidip gelmişler. Sonunda Artemis koymuşlar adımı.
Hasan az önce kalktıkları bankı işaret ederek:
-Bence birileri kapmadan gidip oturmalıyız,dedi.
Artemis tamam anlamında başını salladı. Banka doğru yürümeye başladıklarında Artemis:
-Kusura bakma belki fazla tepki verdim, dedi.
Hasan ellerini cebine sokarak ilerlerken:
-Özür dileme , sonuçta bu ülkede yaşamak zor. Hele kadın olmak daha zor. Çok da iyi niyetli değiliz sonuçta ve sen beni tanımıyorsun.
Artemis Hasan’a baktı:
-Her zaman bu kadar açık sözlü müsün?
Hasan güldü:
-Aslında değilimdir. Genelde son derece hesaplı davranırım. Hele bir kıza senin tabirinle asılacaksam,dedi.
Artemis:
-O zaman bana asılmıyorsun gerçekten?,diye sordu.
Hasan sonunda ulaştıkları banka yeniden oturup ayaklarını öne doğru uzattı ve başını göğe kaldırdı. Artemis de çantasını yere bırakıp yanına oturdu genç adamın. Hasan gökyüzünde görünmeyen yıldızları bulmaya çalışırken Artemis’e cevap verdi:
-Hayır. Sana asılmıyorum. Bu gece kendim gibi olmak istemiyorum çünkü. Normalde evet sana asılırdım belki ama normal olmak istemiyorum bu gece,dedi.
Artemis de tıpkı Hasan gibi gökyüzüne bakarken mırıldandı:
-İncinip incinmeyeceğine dair tercih yapma şansın yok... ama seni kimin incitebileceğini seçebilirsin.
Hasan gözlerini Artemis’e dikti yeniden:
-Bunu biliyorum. Ama nereden?
Artemis gülümsedi. Hasan’ın iç sesi yine bağırdı: “Lutfen böyle gülümseme!”
-Film “The Fault in Our Stars” orda esas oğlan esas kıza diyordu sanırım ya da tam tersi,dedi Artemis.
Hasan dikkatini dağıtmamak için Artemis yerine karşıya bakmaya başladı. Ellerini ensesinde kilitledi ve kaykıldı:
-Romantik filmleri sevmem ama bu dediğin filme kız arkadaşımla gitmiştik. Şu ikisi de kanser hastası olan aşıklar di mi?
Artemis gülümsemedi bu kez. Hasan bakmıyordu ama yine de onun ses tonundan sezdi gülümsemediğini:
-Evet , o film. Ama bu cümle bence son derece realist. Hayatta hangi noktada kırılacağımızı seçemeyiz ama bizi kimlerin kırabileceğini seçme şansımız var.
Hasan güldü bu kez:
-Katılmıyorum. Annemizi ve babamızı seçemiyoruz. Ailemizi , akrabalarımızı... Kısaca seçebilme becerimiz varsa bile sadece arkadaş ve sevgililerimizi seçiyoruz. Bunların da bizi kırma becerisi bence diğerleri kadar çok değil.
Artemis döndü. İlk kez Hasan’ın gözlerine bu kadar dikkatle baktı:
-Aptal değilsin, dedi.
Hasan şaşkınlıkla gözlerini açtı ve kahkaha attı. Aynı anda da kaykılarak oturduğu bankta dikleşti:
-Oooo.. Teşekkür ederim. Bana diyorsun ama sen de baya açık sözlüsün,dedi.
Artemis omuz silkti:
-Ama ben senin gibi sadece bu gece için böyle bir tavır benimsemiyorum. Genelde böyleyim ben. Çok da sevilmez bu huyum,dedi.
Hasan Artemis’e gülümsedi:
-İnan hayatımda en çok ihtiyacım olan şey açık sözlülük şu ara,dedi.
Artemis:
-Anlatmak ister misin?,diye sordu.
Hasan karşısındaki kıza baktı. Artemis’in samimi merakındaki saflığı gördü kahverengi gözlerinde ve en az kendisininki kadar acıtıcı bir kaçış.  Artemis ise Hasan’ın siyaha çalan koyu kahve gözlerindeki o garip hüznü gördü. İkisi de hayattaki korkularının cevaplarını değil, cevap kovalamacasındaki yol arkadaşını gördü. Anlatmak , anlamak, yol almak üzerine. Hasan:
-Anlatmak isterim Artemis . Hatta galiba sadece sana anlatabilirim. Ama bir şartla sen de bana anlatacaksın, dedi.
Artemis kızıl kirpikleri kahverengi gözlerini kapattı. Artemis nefes aldı. Derin çok derin bir nefes:
-Peki, zaten birine anlatmazsam cıldırabilirim,dedi.

Ve önce Hasan’ın anlatısı başladı...
                          UmayMasal

12 Haziran 2018 Salı

Hikayenin Ruhu Üflenir Aşk İmkansıza Düşer- YağHaz

“Gittin mi büyük gideceksin!
Ayrılık bile gurur duyacak seninle- Can Yücel”
Bu bölümde Yağhaz’a veda edecektim. Bölümü izledim. Sonra yazmak için oturdum. Uzun süre ekrana baktım. Boş boş baktım. Tıpkı final bölümü adı altında izlediğim bölüme baktığım gibi. İçimi yokladım. Nerden başlamalı ne anlatmalı dedim. Bulamadım. Şu saate kadar tutunduğum dala, Aşk’a , baktım. Göremedim, eksik gedik satırların arasında. Annelik dedim, asılı kalmış darağacının yağlı urganında. Baba olsa dedim, geç kalınmışlıkları saklamaz ki ataerkil düzenin hikayenin tabanına koyduğu dinamit. Öyle boşta, öyle havada kaldım ki, kendime kızdım nereden bu hikayeye tutundum diye. Bölüm boyunca akmadı gözyaşım, durdum yanağımdan süzülen tek damlaya odaklandım. Dedim o akşamki veda neydi ki, sen kendi vedanı kendince yaz gitsin. Sonra bir şarkı geldi aklıma, kalktım buldum onu onca plak arasında bıraktım söylesin Nilüfer:
Derdim var gecem zehir bana
Yardım et seni unutmama
Anılar başucumda
Kov gitsin...
Sevmiştim seni kana kana
Şansım yok kaderden yana
Yaşanan her ne varsa sil gitsin
...
Benim aşktan anladığım
Yaşananlar kar saydığım
Kalbim sende kaldı
Kır gitsin...
Kırıldık. Kırdılar bizi. Hikayenin kendince bir yerine tutunan herkesi kırdıkları gibi. Haftalarca parçaladıklarını son bölümde rüzgara savurdular. Rüzgardır dediler geride bırakmadan dağıtır bütünü. Bilemediler rüzgarın zaman olduğunu ve zamanın her an adaleti çağırdığını; bazen geç olsa da. Onların rüzgarı bizim zamanımız. Gösterecek ne olacağını. Göreceğiz.
Kadın olmak, canıyla kadın olmaktır. Yaşadığı dünyada bedeninden, duygularından, düşüncelerinden ve ilişkilerinden dolayı baskı altında tutulan, aşağılanan, kendisine şiddet uygulanan kadın, canıyla varolamaz. Kadın üzerine düşünme zulüm üzerine düşünmektir. Fazilet Hanım evreni bol kadınlı ve adının vaddettiği yaklaşımla bunu yapmaya hem de bunu basitçe büyük laflara gerek duymadan anlatmaya öyle yakındı ki. Erkek egemen dünyada kendisine biçilen rolleri giymiş, sürekli sürekli bu rollerle sınanmış bireyleri anlatmak “Egemen” soy ismiyle erkek evrenini temsil eden ataerkil yapıyı eleştirmek mümkün müydü? Mümkündü. Yasemin’den, Ece’ye, Fazilet’ten Nil’e yaftalamanın farklı sosyal sınıflar arasında nasıl kadına yönelik yapıldığını gösterirken Hazan’la Yağız arasındaki aşkta en baştan yaftalamayla başlayan o “şey”in yani tanımanın, anlamanın, derine bakmanın yarattığı dip dalgasının neleri değiştirebilecek güçte olduğunu görmek, hem de en basit çizgilerle görmek, mümkündü.  Kamusal alanın hakimi erkek egemen bakışına istisnai bakıştı Yağız çünkü. Hayatlara müdahale etme hakkını kendinde gören Hazım’a, Sinan’a karşı anlayışlı; hayatının kontrolünü yitirmiş Gökhan’a karşı alabildiğine kendine hakim. Tıpkı yansıması Hazan’ın, Ece’nin dişiliğine karşın net ve o dişilikten sıyrılmış, annesi Fazilet’in güç, para takıntısına karşın doğru ve yardımsever olması gibi. İki ayrı dünyanın çarpıştırıcısı gibi. İki dünya çarpışır yepyeni bir dünya doğar. Doğmalıdır. Çatışmalar yaratarak, parçalayarak. Bizim hikayemizde doğmadı çünkü başka unsurlar işgal etti o dünyaları.  Zulüm aşkı esir etti. Zulüm anneliği de esir etti. Kerime’nin dediği gibi bir günde delirmez kimse. Oğlunun kimliğini öğrenme sürecinde herkes tarafından aldatılan Kerime’yi bile Sinan’a anne yaparken, oğlumu öldürmeye kalktım ben duygusundaki kadına sadece oğlu için iki öğüt noktası seçildi. Biri Hazan’a dairdi ki eksikti. Orada mezarda ölmek pahasına Hazan’ın nasıl direndiğini de söylemesi gerekirdi Kerime’nin; diğeri Hazım’ın Yağız’ın babası Egemenlerin ise ailesi olduğu ifadesiydi. Egemenler ki, Yağız’ın hayatını koca bir yapboza çevirenler. Yağız açısından aydınlanma kısmı net duygu evreni eksik olan hayat yapbozu, korkarım Çağlar Ertuğrul oynamasa daha da eksik kalacaktı, en temel eksiği aşk olmasına rağmen tamamlandı. Annesinin kim olduğunu, babasının kim olduğunu tüm boşluklara rağmen öğrendi. Canı yandı. Yüzleşti. Çıktı gitti. Peki asıl hikaye neydi? Fazilet’in eve kendi cehennemine dönüşü, Kudret’in onu takip edişi, Hazan’ın babası hakkında duydukları... Bu muydu hikaye? Bu muydu acaba Hazan’ın annesiyle arasındaki uçurumun sebebi? Fazilet’in aşka nefretinin tabanı bu muydu? Sanmıyorum. Fazilet yaşamadığı, hayalkırıklığına uğramadığı bir duyguyu sadece para hırsından bu kadar zaman yargılayamaz, yargılamışsa inandırıcı olmaz. Bir bölümlük ve o oranda eksik finalin en eksik tarafı kaldı Fazilet ve Hazan. Hoş hikaye ne zaman Egemenleri kendisine merkez kabul etti o zaman yokuş aşağı inmeye başladı. İki ayrı dünyanın birleştiricisi ve en büyük çatışma sebebi olacak olan büyük aşk yani Yağız ve Hazan dahi o erozyondan kendini kurtaramadı. Sürekli ve sürekli kan kaybetti. Yazılmadı, anlatılmadı, eksik gedik bırakıldı. Neden yapıldı anlamak mümkün değil. Fakat görünen o ki hikayeye ihanet edildi. Kadına ihanet edildi. Kadın sadece entrika evrenine hapsedilip, anneliği, kadınlığı, nesne olmaktan çıkma mücadelesi, kendi ayakları üzerinde durmak için feda ettikleri, aşkı en çok da aşkı her şey gibi gözardı edildi. Acı olan bunu yaparken de en çok kadın izleyici tarafından sahiplenildi. Kadın izleyici Sinan ve Yağız’ın kör dövüşünü izledi. Tarafgir oldu. Hazan’a kızdı. Fazilet’i anlamaktan öteye savruldu. Neden? Çünkü böyle olsun istendi. Dolmadı tabanı hiçbir mücadelenin. Anlatılmadı. Kesik, boş, anlamsız evet evet anlamsız hikayeciklerle oyalandı izleyen. Sonunda o hikayeciklere eklemlenen anlamsız bir sonla da veda etti. Olsun biz anlamsız şeyleri seviyoruz mu? Yağız ve Hazan’a dair olan her şey gibi anlamsızlıkları da seviyoruz. Burada parantez.
Dünyada sinema ve dizi sektörlerini takip edenler muhakkak çok daha net bileceklerdir. Dünyada hikaye kadar özellikle dizileri sürükleyen unsur o hikaye içeriğindeki aşkın ve dolayısıyla o aşkın taraflarını canlandıran kişilerin arasındaki uyum çok önemli hale geldi. Burada hayattaki gerçeklik algısında aşkın hızla değer kaybetmesi mi sebep, yoksa insanın günlük koşturmaca içinde kaybettiği duygularını arama telaşının yansıması mı bilmiyorum. Tek bildiğim aşk insanı cezalandırmak için kurguya çekildi ve bizler kurgu metinlerin yansıması olan her tip görselde onu arıyoruz. Günümüzde değerini kaybeden Leyla-Mecnun, Kerem-Aslı hikayelerinden göz kırpan bir hikaye kırıntısını sezdiğimizde peşinden gitmemiz bundan belki. Yağız ve Hazan işte bu göz kırpışın taraflarıydı benim gözümde. Lizzy ve Bay Darcy’nin yansıması olarak sevdim ben bu ikiliyi. Tıpkı onlar gibi önyargılarla birbirlerine yola çıktılar çünkü. Yağız’ın yüzündeki yara izi yavaş yavaş kalbine inerken gururu, kendini kaybetmek istemeyişi arasında hesaplaşması inanılmazdı. Sonrasında tıpkı Bay Darcy gibi aşkının ona kendini kaybetme eşiğine getirmesini izledik sonra da kaybedişini izleyememek hepimizi ağır ağır derine giren bir bıçak gibi kesmeye başladı. Çünkü o noktada Yağız kendini kaybetmeliydi sonra o aşkla yeniden kendisini bulup tanımlamalıydı. Tanımlayamadı. Tanımlamasına izin verilmedi. Hatta bırakın tanımlamayı Yağız Hazan’a hissettiği derinlikli aşkında başlangıç ve gelişmede tam bir yanış içindeyken artı Hazan’a dairken tüm hatalara rağmen sonuçta yazık ki kardeşine mahkum edildi. Hazan’a aşık olduğunu kafası önünde kardeşine itiraf etti.  Hazan’a aşkının karşı konulamaz olduğunu mezarda tüm yıkılmışlığına ve o aşktan vazgeçmişliğine rağmen yine kardeşine söyledi. Her şey gibi diyaloglarında sahibi Sinan’dı. Acı çok acı. Yağız tüm konuşulmamışlıkları gözlerinden uyku gibi akan bir adam olmasaydı ne olacaktı? Yağız’ın Hazan’a aşkı onu bedenlendiren oyuncunun, Çağlar Ertuğrul’un, her bakışında, her dokunuşunda hatta dokunamayışında sesinde saklı olmasaydı ne olacaktı? Eksiklik arşa mı çıkacaktı? Hikayenin Lizzy’si Hazan... Gururunu kıran adama nefreti oranında aşık olan Hazan. Eğer senin yükün ve anlamın sadece yazanlara kalsaydı ne olacaktı? Deniz Baysal’ın Hazan’ın hayalle gerçeği ayırmasındaki her zerreyi yüklediği bakışları, dokunuşları veya dokunamayışları, hatta ses tonundaki değişkenler olmasa Hazan’a nasıl inanacaktık? İnanmayacaktık. Kimya denilen şey Yağız ve Hazan’ın karşı karşıya restleştiği, yanyana kavgaya girdiği, omuz omuza ağladığı, kucak kucağa gömüldüğü, kavga dövüş birbirini öptüğü, birlikte lanetlendiği, sadece lanetlendiği, Sinan’a kurban edildikleri her sahnede ekranda patlamasa biz bu aşka inanmayacaktık. Çünkü KONUŞAMADILAR, KONUŞTURULMADILAR. İlk bölümlerde aşkı, inanmayı, güveni sonuna kadar birbirine anlatan, nefret ve önyargı sarmalında bile kavga ederken birbirine ne düşündüğünü söyleyen Yağız ve Hazan birbirlerine olan sevdaları hakkında tek cümle kurmadan var mısın, varım gibi bir saçmalığa kurban gitti. Oysa o mezarlıkta söylenecek sözcükler “Benimle misin?- Seninleyim” olmalıydı. O saçlar okşanırken ağlayarak “Ben seni çok seviyorum” diyebilmeliydi Yağız. Öncesinde sahilde arkasından çığlık çığlık bağırarak “Benim kalbimde Yağız da Mehmet de bir, kim olursan ol seni seviyorum” demiş olması gereken Hazan’a karşılık. Söylenmemiş kelimeleri gözlerinde kaldı Yağız ve Hazan’ın. Ceplerinde inandıklarına yiten zamanları sadece birbirlerine kaldılar. Elleri birleşti, ruhları gibi parıltılı ama gösterişten uzak yüzükleriyle anladık ki hayatlarını da birleştirmişler artık. Affetmişler onların inançlarını ellerinden alanları. Sağaltmak için belki geçmişi. Son demde bir anne kalmış sadece ellerinde kapısına gidip tıklatabilecekleri.  Bölüm bundan ibaret benim için. Bundan sonraki kısım için uyarı ağır ağıt içerir.
Yağız ve Hazan mezarlıktan el ele çıktı. Konuşmadılar. Konuşulacakların beklemesi gerektiğini düşündü çünkü Yağız. Son iki günde öğrendikleri hala omzundaydı. Boğazını düğümlüyordu, kelimelerini. Elini tuttuğu ve mezarlığın karanlığından daha karanlık bir mezarlığa dönmüş kalbinde tek ışık olarak kalmış kadının elini sıktı. Onu, o olduğu için seven kadını affettiği için içinde saklanan tek huzura bıraktı kendisini kanayan yaralarına inat. Bir daha bir daha gömmek zorunda kaldığı annesinin hayaletini aklından kovdu. Yine elini tuttuğu kadındı ona hikayesini anlatacak olan biliyordu. Onu tamamlayacak olan. Hazan’sa aylardır konuşan durmadan konuşan ama söze dökemediği kelimelerini şimdi şu anda elini tuttuğu adama sakladığı her şeyi erteledi. Şimdi değildi. Şu an değildi. Tutmak için onca zaman yandığı ele teslim olan yüreğini bıraktı özgürce hissetmesi için. Kendine yasakladığı milyarlarca saniyede onu hissetmek için nasıl yandığını bilerek nasıl acı çektiğini bilerek kavradı sevdiği adamın her bir parmağını. Öğrendiği gerçeğine rağmen, çocukluğunun anlamını yüklediği adamı, babasını bu gece burda gömmesine rağmen, bundan sonrasında çocukluğunun bayram sabahı olacak adama baktı. Konuşmamışlardı hiç ama anlatmışlardı birbirlerine kendilerini, bakarak sadece gözlerini birbirlerine akıtarak. Onun kendisini, kendisinin onu anladığını bilmişti Hazan bunca lanete inat. Kapıda bekleyen taksiye bindiler. Ayırmadılar ellerini asla. İkisi de ayrılmanın acısının tazeliğini taşıyorlardı hala. Onca engele, onca kavgaya, kayba rağmendi bu tutuş. Taksiye kendisini aldığı yere dönmesini söyleyen Yağız’ın sesini hayal meyal duydu Hazan. Elini bırakmadan diğer eliyle kolunu kavradı Yağız’ın önce sonra başını yasladı onun omzuna. Yağız omzundaki ağırlığın huzuruna bıraktı kendisini. Yer yer kesilmiş saçlarını okşamaya başladı Hazan’ın. İnanamadan. Onca zaman imkansız dediği şeyin avucunun içinde olmasına inanamadı. Konuşmadılar. Yol bitene kadar konuşmadılar. Yağız’ın evine geldiklerinde yine ellerini ayırmadılar. Ne valizleri alırken ne içeri girerken ne de Yağız ışıkları yakarken. Yağız:
-Aç mısın Hazan?,dediğinde elinden tutup çekti Yağız’ı Hazan. Kaç zaman önce olduğunu hatırlamadığı geçmişte bıraktığı anların birinde oturdukları koltuğa götürdü onu. Yan yana oturduklarında sevdiği adamın göğsüne yattı. Eli hala elindeydi. Kelimelerini bıraktı kendi bildikleri gibi dökülsünler:   
“Seni sevdim ben, çok sevdim. Sevdim sandığım onca saçmalığın içinde inandım sandığım hayatların içinde gerçek salt gerçek olarak sevdim. Bilmedim gerçeğin bu kadar sert ama bu kadar güzel olduğunu. Gerçeğin aslında içinde olmak istediğim tek yer olduğunu. Seni hangi zamanda nerede sevdim, bilmiyorum. Fark ettiğimde dönülmez noktasındaydım. Kaçtım çareymiş gibi. Kaçtıkça sana sürüklendim. Kim olduğunu bildim daha çok sevdim. Çünkü senin isimlerden ötede gördüm ben. Tanıdım. Merhametini tattım. Sevgini gördüm. Gözyaşına şahit oldum. Uğruna istemediğim prangalara razı oldum. Sonra bir an geldi. Kötünün insafına seni bırakamayacağıma karar verdim. Geç kaldım. Çok geç kaldım. Yağız ben seni sevmeye de çok geç kaldım sandım. Tanımamana razıydım. Beni sevmekten vazgeçmenden korktum. Sonra...”
Yağız saçlarını okşadığı kadının yüzünü göremese de ağladığını biliyordu. Bıraktı ağlasın. Acısını akıtsın. Bıraktı konuşamadıklarını konuşsun. Nefeslensin.
“Sonra... Babamın gerçeğiyle yüzleştim. Tıpkı senin yüzleştiğin gibi. Herkesin en yakınının taktığı maskenin sıyrılmasının nasıl acı verdiğini anladım. Özür dilerim. Seni kırdığım için, senden sakladığım için, seni korumak uğruna da olsa, sana olan aşkımdan neredeyse kendimi kurban edecek olsam da benden duymalıydın. Affet.”
Hıçkırıklara boğulan Hazan’ın çenesine uzandı Yağız. Kaldırdı başını. Onca zaman kendi başını eğen aşkın artık başını kaldırması gerektiğini bildiğinden, sevdiği kadının başını dik tutmasının onun aşkının dosdoğru ona çıkmasından duyduğu gururu görsün diye kaldırdı o başı. Baktı aşkının sahibi gözlere. Yüzünde gezdirdi ellerini. Sildi gözyaşlarını. Gülümsedi.
“Parmak mendilliği”,dedi. Hazan’ın gözlerinde beliren yıldızlı ışıltıya baktı. Sonra onu aldı kolları arasına sımsıkı sarıldı.  Hazan’ın kokusuna gömdü burnunu. Boğuk sesiyle ondan ayrılmadan konuşmaya başladı:
“Çok sevdim ben seni, çok. Öyle sevdim ki, kendimden geçtim. Kendime rağmen sevdim. Her şeye rağmen sevdim. Pişman oldum belki, ama seni sevdiğim için değil. En başta, en başında bu şeyin dönüşeceği şeyi anlamama rağmen görmezden geldiğim için. Ona bırakmamalıydım seni. Anlamanı, anlamamızı sağlamalıydım. Aşk affeder mi diye düşündüm. Yeterince aşksa affeder dedim. Seni bulduğum yer, bizi bulduğum yer hep ölüm koktu. Ölüm yaşamla ne kadar bıçak sırtıysa; aşkla nefret o kadar bıçak sırtıymış anladım. Ama ben senden hiç nefret edemedim biliyor musun? Kızdım, kırıldım ama tanımam diyemedim. Çünkü seni tanımamak kendimden vazgeçmekmiş. Beni ben yapana sırtını dönmekmiş. Ailelerimizi gömdük biz seninle. Kalan sadece ikimiziz. Sana kalan ben, bana kalan sen. İkimize kalan Aşk. Arkamı dönmem dönemem. Bu yaşanacak. Yaşanmalı. Bize ne olursa olsun demiştim. Yine diyorum. Hazan nerede biz olabileceksek gidelim. Benimle gelir misin?”
Hazan yek vücut olduğu adamdan ayrılmadan:
“Seninle ölürüm yine de seni bırakmam bundan sonra. Gidilecek yer neresi, hangi havada soluk alacağız ya da almayacak mıyız? Umdumda değil. Sen olduktan sonra tabuta bile girerim, bunu biliyorum. Senin olmadığın bir yerde nefes alamam. Sensiz artık yaşayamam. Gel dediğin yere gelirim.”
“Belki hiçbir şey güllük gülistanlık olmayacak. Belki çok sıkıntı çekeceğiz. Mutlu olduğumuz anlar kadar mutsuz da olacağız belki, bunca acının hayaleti bizi kovalayacak belki. Geceleri çığlık atarak uyanacağız belki. Ailelerimizi affedemeyeceğiz belki. Geçmiş hatalarımızla bazen çizikler atacağız belki birbirimize. Hazan yine de benimle misin?”
Güldü Hazan. Çözüldü sevdiği adamdan. İki eliyle kavradı sevdiği adamın yanaklarını. Alnına düşen perçemi itti. Onu ilk tanıdığı akşam yüzünde bıraktığı bıçak yarasının yerine dokundu. Onun yemyeşil gözlerine bakıp:
“Biz daha önce de yaraladık birbirimizi. Alışığız kendi açtığımız yaraları sağaltmaya. Ne olacak, senden gelecek yaraya da acıya da razıyım ben. Öpersin geçer.”
Yağız uzanıp öptü aşkı kadını:
“Şarkı söyleriz geçer.”dedi.
Hazan:
“Şarkı söyleriz geçer. Biz olduktan sonra.”
  “Biz olduktan sonra...”
Kalktı Yağız yerinden. Kucakladı sevdiği kadını çok zaman önce bayılmışken onu taşıdığı gibi ama kokusuna kendisini bırakarak, onun olduğunu olacağını bilerek geleceğine taşıdı onu.

Hamiş:  Karacaoğlan Elif için asmış sazını salınsın diye. Adına rüzgar denen zaman Elif’in ruhunu ölümsüzlüğe taşısın diye. Salındıkça saz, telleri bağırmış Karaca ve Elif’in aşkını sonsuza. Hikaye ölümsüzlüktür. Aşk onun mührü. Yağız ve Hazan mühürlendi. Rüzgar estikçe de yaşayacaklar. Tüm anlatılmayanlara inat. Hep mutlu olun çocuklar. Biz olduğunuz o yerde.

                                                                                           UmayMasal  
 

31 Aralık 2016 Cumartesi

KÜLKEDİSİ

                                                             
                                                                      1.bölüm
                                                                       Mucize
31 Aralık 2015
Saat 22.05
Şura elinde çantası hızlı hızlı yürüyordu. Sinirinden burnundan soluyor, kalabalığı yararak sahile ulaşmaya çalışıyordu. İçindeki öfkeyi sadece deniz havası bastırabilirdi.
-Lanet olsun sana Hakan. Bu kadar öküzdün de ben mi anlamadım bunca zaman,diye içinden konuşarak Alsancak sahilindeki kalabalığın ortasında boş bir bank bularak oturdu. Küçük gece çantasını çapraz taktı hemen boynuna. Deniz karanlıktı. Hava soğuk. Üzerindeki paltonun yakalarını kaldırdı hemen. Bu gece için özel olarak dağınık topuz yaptırdığı saçlarından nefret ediyordu şu an. Yanına bere almamıştı,atkı almamıştı. Ayağında hep giydiği botları yoktu. Siyah sitilettolarla harika görünüyordu evet ;ama buz gibi havada Alsancak sahilinde bankta otururken bu görüntünün manası yoktu.  Sinirle dişlerini sıktı yine. Eve gidemiyordu, mekana dönemiyordu. Yılın en eğlenceli ;ama en tehlikeli gecesinde burada tek başınaydı. Geceleri belli bir saatten sonra dışarda tek başına yürümekten korkan Şura, parti kıyafetiyle bu lanet bankta tek başınaydı. Etraftan ona bakan gözleri algıladı bir anda. İçindeki öfke birkaç saniyede yerini huzursuzluğa bıraktı.
-Birini arasam,dedi içinden. Sonra vazgeçti. Kimi arayacaktı ki? Hakan’ı mı, Betül’ü mü? Babasını arasa? Olmaz , asla olmazdı. Bir daha asla gece çıkmasına izin vermezlerdi. Gelip alır sonra ben demiştim fırçasıyla önündeki on yılı ona zehir ederdi. Evlenene kadar, ki Şura için o olaya çoook zaman vardı, burnundan gelirdi.  Annesine ne demişti bilmiş bilmiş:
-Ben yirmi iki yaşında koskocaman bir kızım. Artık bazı konularda özgürlüğüm olmalı. Ne yani arkadaşlarımla bir yılbaşı gecesini dışarda geçiremez miyim? Bu kadar mı güvenmiyorsunuz bana?
-Ya evet geçirdim, geçirdim işte. Kırk yılın başı izin çıktı. Yanımızda sevgilimiz, arkadaşlarımız eğlenelim dedik,olana bak. Neye sinir olsam bilmiyorum. Hakan’ın yaptığına mı, Betül’ün tavrına mı?
Şura kendi kendine konuştuğunu ve bunu baya baya sesli bir şekilde yaptığını gelip geçenlerin tuhaf bakışlarından anladı. Utançla kafasını önüne attı. Kalkıp gitse gidemiyordu. İskeleye yakın bu bank en azından bir durum olursa kendisini iskeleye atabilmesi açısından güvenli geliyordu. Artı diğerlerine göre daha aydınlık bir yerdeydi. Hem kalksa bu kalabalıkta nerde yer bulacaktı? Burasını bulmuş olması bile mucizeydi zaten.
-Bir kafeye mi gidip otursam,diye düşündü. Ama Alsancak’taki tüm kafelerde yılbaşı nedeniyle program vardı. Hem tek başına nasıl oturacaktı? Bir an karşıya geçmeyi düşündü. Okul arkadaşlarından Nermin’e gitmeyi. Sonra onun bu gece nişanlısı ve onun ailesiyle olacağını hatırladı. Sıkışmıştı burada. Ne yapacağını bilmez haldeydi. Oturdukça gelen geçen, alkollü gençlerin daha da ilgisini çektiğini anlayınca kalkmaya karar verdi. Vapura atacaktı kendisini. Sonra napacaktı bilmiyordu. Tam bu anda yanına birinin oturmasıyla irkildi. Yan gözle baktığında genç bir adam gördü. Paltosunun yakasını kaldırmış, elleri cebinde, başında beresi ve boynunda atkısı olan bir adam.  Tam olarak yüzünü görememişti atkı nedeniyle. Gayet makul bir mesafe olsa da aralarında, Şura işi garantiye almak için mesafeyi biraz  daha açtı. Bankın ucuna doğru kaydı. Aynı anda genç adam hafif bariton bir sesle:
-Bence o kadar uzaklaşma. Karşıdaki üç genç buraya oturduğundan beri seni kesiyor. Seni benimle birlikte sanmaları için yanına geldim. Seni karşıdan gördüm. Yanına biri gelir diye bekledim ;ama gelen giden olmayınca ben geldim. Şimdilik güvendesin yani,dedi.
Şura açıklamayı ne kadar inandırıcı bulması gerektiğini kestiremeyerek adama baktı. Nasılsa kalkıp gidecekti. Kararını vermişti. Yine de yüzünü görmek için eğildiğinde gördüğü şey karşısında şoka uğradı. Bu oydu. Bütün ergenliği boyunca odasından posterini eksik etmediği, her şarkısını ezbere bildiği pop star Ulaş. Şura bir an gözlerine inanamadı. Tekrar baktı. Benzetiyor olmalıydı. Yılbaşı gecesi, onun gibi biri neden bu bankta yanında otursundu ki? Genç adam başındaki bereyi düzeltirken emin oldu Şura. Bu adam Ulaş’tı. İçinde bir heyecan dalgası yükselirken ne yapması gerektiğini düşünmeye başlamıştı mühendis zekasının analitiğiyle. Ne yapmalıydı? Tanıdığını belli etse çok mu sıradan kaçardı? Yoksa tanımamazlıktan gelip cool mu takılmalıydı? Konuşmasa mıydı? Yok olamazdı,bu adamı dünya gözüyle bir daha ne zaman görürdü? Ulaş Yeditepe yanında oturuyordu. Onunla konuşuyordu. Konuşsa,tanıdığını söylese ergen kız etiketini yer miydi? Adam kalkıp gider miydi? Şura onu kızdıran her şeyden uzaklaşmış kafasında hesaplamalar yaparken Ulaş alaycı bir ses tonuyla:
-Bu saatte burada oturmanı yadırgamadım desem yalan söylemiş olurum?
Şura’nın kafasındaki hesap makinesi durma tuşuna bastı aniden. Döndü ve :
-Neden? ,diye sordu.
Bankta iyice kaykılan genç adam aynı alaycı bir tonla:
-Yani kıyafetinden, öyle bu saatte hem de böyle bir günde dışarda tek başına dolaşabilecek kızlardanmışsın gibi gelmedi bana.
Şura on beş dakika öncesindeki sinirin yeniden damarlarına baskı yapmaya başladığını hissetti. Kısılmış gözlerle:
-Yani, nasıl bir kızmışım ben?
Ulaş umursamaz  devam etti:
-Daha çok bu saatte kaliteli bir mekanda arkadaşlarıyla eğlenmesi gereken, sevgilisinin koltuğu altında güvende olması beklenen ya da en kötü bir aile yemeğinde şık bir şekilde ailesine eşlik etmesi gereken bir kız gibisin.     
Şura tespitin haklılığından rahatsız olmuştu. Bu kadar açık olmaktan, Betül’ün tabiriyle uslu kız olmaktan rahatsız olmuştu. Zaten üşümüş, sinirlenmiş,yılbaşı akşamına dair tüm hayali çöp olmuştu. Tam şansım döndü mü, derken adamın söyledikleri onu iyice dellendirmişti. Derin bir nefes aldı:
-Ama neticede bu bankta tek başıma oturuyorum bu görüntüye rağmen. Yani önermeleriniz çökmüş gibi duruyor ne dersiniz,dedi.
Ulaş kısa bir kahkahanın ardından:
-Haklısın işte bu beni düşündürüyor. Acaba sokaklara ait bir kızın asalet oyunu mu, yoksa sadece evcilik oynamaktan anlayan  bir kızın sokaklardan korkmam kaprisi mi burada oturma nedenin?
Şura burnuna gelen öfkesini artık içinde tutamayarak ayağa fırladı:
-Vay vay vay sayın zeki, eski  pop star. Madem tahmincilik oynuyoruz, ben de varım. Ya siz neden bu bankta benim yanımda oturuyorsunuz bu gece tek başınıza? Yoksa ışığınız eskisi gibi parlamadığı için kimse size bir program teklifi yapmadı mı veya aileniz tarafından o kadar dışlandınız ki mesela babanız sizi görmek istemediği için onlarla yeni yıla giremiyor musunuz? Daha iyisi sizi gerçekten seven bir sevgiliniz olmadığı için mi bu tek başınalık haliniz?, diye haykırdı.
Ulaş sitilettoların üzerinde zorlukla duran, üşüdüğü kırmızı burnundan okunan kıza baktı. Demek tanımıştı onu ;ama umursamamıştı. Üç yıl öncesi kadar tanınmasa da sokaklarda, arada onu tanıyanlar ya cool olmak adına tanımamış gibi davranıyor ya da yanına gelip, garip tepkiler veriyorlardı. Bu kız tanımış, tanımamazlıktan gelmemiş,umursamamış bi de üstüne kafa tutmuştu ona. Gülümsedi Ulaş. Onun gülümsemesi Şura’nın öfkesini haykırması konusundaki motivasyonunu düşürse de öfkesinden zerre bir şey  götürmedi. Sağ ayağını yere vurup ağzından dumanlar çıkarak:
-Bak öyle değil böyle yaftalanır insan,dedi ve döndü. Hızlı adımlarla sahil boyunca yürümeye başladı. İçinden : ‘‘Hay ben senin şansına ne diyeyim ha ne diyeyim. Olaya bak. Olanlara bak.’’ derken aniden içkili olduğu belli olan bir adam önünü kesti:
-Oooo güzelim yalnız mısın?
Şura’nın gözleri korkuyla büyürken, refleks olarak geri çekildi. Adam koluna hamle yapınca kendini kurtarıp adamı itti ve hızlı adımlarla adeta koşarak oradan uzaklaşmaya çalıştı. Bir el aniden kolunu yakaladığında ise diğer kolunu dirseğini geriye doğru çıkartıp saldırganın midesine nişan aldı. Bu polis babasının verdiği bir taktikti. Hedefi vurmuştu. Saldırgandan gelen ‘‘Ah!’’ sesiyle bunu anladı ;ama arkasına göz attığında canını yaktığı kişinin az önce bankta bıraktığı Ulaş’tan başkası olmadığını gördü. Yere çökmüş ahlayan Ulaş’ın yanına çömeldi Şura. Pişmanlık,gerginlik ve korku gibi duyguların karmakarışık ettiği bir ruh haliyle sorularını sıraladı:
-Deli misin sen? Neden arkamdan geldin? Hadi geldin niye sapıklar gibi yaklaşıyorsun? Yoksa sapık mısın?
Yerde kendine gelmeye çalışan Ulaş:
-Valla sorularını cevaplarım ;ama bi kendime geleyim. O nasıl bir dirsek atmaktı öyle? Yakın dövüş dersi filan mı aldın?
Nefesini düzenlemeye çalışan Ulaş’a ilk defa sevecen bir gülümsemeyle baktı Şura:
-Yok almadım. Babam emekli bir emniyet müdürü. Arada ağabeyimle bana ufak tefek teknik dersler verirdi biz çocukken. Bu da onlardan biri sadece. İlk kez birinin üstünde denedim.
Ulaş’a doğru sol yumruğunu havada sallayarak:
-Solum da fena değildir yani,dedi.
Bu harekete ikisi de kahkalarla gülmeye başladı. On dakika sonra Ulaş yerden kalkmış Şura ile yan yana yürümeye başlamıştı. Ulaş:
-Ne yapmak istersin? Evine mi götüreyim seni yoksa bütün gece eşlik mi edeyim? Yani böyle bir gecede seni yalnız bırakamam artık Külkedisi.
Şura durdu ve Ulaş’ın karşısına geçip:
-Külkedisi?
-Valla şu halinle Külkedisi’nden başka bir şeye benzetemedim seni. Bir partiden kaçtığın belli. Ayağındaki ayakkabılardan birini kaybetmen de bence an meselesi. Artı adını bilmiyorum.
Şura güldü sağ elini uzattı:
-Ben Şura Öztekin,dedi.
Uzatılan eli sıkan Ulaş:
-Ulaş Yeditepe.
-Ben biliyordum aslında ;ama olsun, dedi Şura.
-Bildiğini biliyordum ;ama olsun, dedi Ulaş. Yine güldüler. Tuhaflığa, olanlara. Ulaş berbat bir kavgadan kaçmışlığını unuttu, Şura kandırılmışlığını. Yürümeye devam ettiler sahil boyunca ;ama  bu kez birlikte oturdukları banklarına doğru ağır adımlarla.
-Sana bir şey sorsam Şura?
Güldü Şura:
-Sor.
-Şura nasıl bir isim? Yani hiç duymamıştım daha önce.
-Annemin tercihi. Büyük anneannemin adıymış. Sure adı, Kuran-ı Kerim’de.
-Hımm değişikmiş.
-Öyledir. Mesela ben de benden başka Şura tanımadım. En iyi tarafı ile en kötü tarafı aynı. Yani adını duyan seni unutmuyor. Unutmasını istemediklerinde ,istediklerinde.
Tatlı tatlı gülümsedi Ulaş:
-Bi nevi ismin seni popüler yapıyor yani?
-Ne demezsin.
-Bak ben de unutmayacağım seni. Hep hatırlayacağım mideme dirsek atan Külkedisi Şura’yı.
Şura küçük kahkahalar atan Ulaş’a katıldı. Doğru unutulmaz bir gece yaşıyorlardı.Kalktıkları bankın önüne geldiklerinde iki sevgili tarafından çoktan mesken tutulduğunu gördüler. Şura ellerini paltosunun ceplerine sokmuştu ;ama kış soğuğu bordo elbisesinin altına giydiği ince çoraplar nedeniyle içine işliyordu bir de kulakları ve burnu buz tutmuştu. Ulaş:
-Ya evine mi götürsem seni?
Şura omuz silkti:
-Hayır! İstemiyorum şu saatte eve gitmeyi.
-Ama üşüyorsun.
-Yarın zatürre olsam umrum değil, bu gece eve gitmeyeceğim erkenden.
Ulaş kafasındaki bereyi ve boynundaki atkıyı çıkardı. Önce atkıyı genç kızın boynuna doladı sonra topuza rağmen bereyi Şura’nın kafasına geçirdi. Şura şaşkınlıkla onu izlerken itiraz bile edememişti. Üzerindeki paltonun kapüşonunu da kendi başına geçirdikten sonra elini yakaladı Şura’nın ve:
-Madem eve gidilmiyor Külkedisi sıcak bir mekan bulup ısınalım,dedi.
Şura, Ulaş’a elini bırakmış hızlı adımlarla yürürken kalbinin yerinden çıkacak gibi attığını duyuyor , Hakan’a ve Betül’e olan kızgınlığından her attıkları adımla uzaklaştığını hissediyordu. Demek mucize dedikleri şey aslında masallara özgü değildi. Mucize bazen tanımadan, platonik olarak  bir zamanlar aşık olduğunuz birinin, belki bir hayalin elinizi tuttuğunda yıllardır tanıyormuş hissi ve güvenle sizi sarıp sarmalamasıydı.
Şura’yla Ulaş el ele Kordon’daki kafeleri yavaş yavaş ve tek tek geçerken Şura içindeki bu garip güven duygusuna da anlam veremiyordu. Ara ara Şura dinlensin diye duruyor, kafe-barlardan gelen müzik seslerini dinliyor ve yürümeye devam ediyorlardı. Ulaş’ı aslında hiç tanımıyordu ;ama şu an Hakan karşısına çıksa muhtemelen Ulaş’la kalmayı tercih ederdi. Hakan’ı düşünmesiyle ona duyduğu kızgınlığın tamamen buhar olduğunu fark etmesi bir oldu. Ne garip şey diye düşündü hayat için. Anlık mucizelere ne kadar açık ve bir o kadar savunmasızdık aslında hayatta. Yanında el ele yürüdüğü adam birkaç saat öncesinde yabancıyken ne kadar tanıdıktı şimdi. Ulaş Şura’nın hafif sendelemesiyle durdu:
-Yoruldun di mi sen? Bu ayakkabılarla tabi normal. Hayır bir tane de mekan yok şöyle oturalım sakin sakin.
-Ya aslında günlük hayatımda çok kullanmam bu kadar yüksek topuk ;ama ...
-Ama bu akşam, bu kıyafet başka alternatif kabul etmez tabi. Dur bak şurda elli metre ilerde taksi durağı var.
-Hayır eve gitmek istemiyorum dedim sana. Lütfen bu konuda zorlama beni ,dedi net bir şekilde Şura.
-Ya tamam eve gitmeyiz. Binelim taksiye Çankaya tarafında bir çorbacı var. Oraya gidelim. Hem sen de acıkmışsındır artık.
Şura bakışlarını yere indirdi. Evet acıkmıştı, üşümüştü, yorulmuştu.
-Anladım tamam açsın. Ben de acıktım zaten. Üşüdüm de bu havada. Taksi durağına kadar yürüyebilir misin? Yoksa yani bekle dicem ama seni bırakmak istemiyorum burda yalnız başına.
Şura şişen ayak bileklerine baktı ;ama o da yalnız kalmak istemiyordu. Canı çok yansa da biraz daha yürüyebilirdi:
-Tamam yürürüm ben de.
Ulaş elini uzattı yeniden Şura’ya. Uzatılan eli bu kez tercih ederek tuttu Şura. İçi pır pır ederek. Taksi durağına yürüdüler. Güzel olalım ya da ölelim diyen Betül’e içinden küfürler saydırarak yürüdü Şura. Ne vardı sanki daha alçak topuk bir şeyler alsalardı. Bütün gece bu işkenceyi yaşamak reva mıydı? Neymiş erkekler sitiletto severmiş. ‘‘Tabi onlar yürümüyor bunların tepesinde saatlerce’’,diye düşündü Şura. Sonunda taksi durağına vardıklarında Şura derin bir oh çekti. Ama gece yoğun olduğu için durakta taksi yoktu. Beklemek zorundaydılar, çünkü Şura’nın artık mecali kalmamıştı. Tek adım atamayacak halde olduğunu Ulaş daha ilk bakışta anladı. Beklemeye başladılar. Tam bu sırada Körfezin üstünde havai fişekler atılmaya başladı. Şaşkın şaşkın kendisine  bakan Şura’ya Ulaş :
-Nice yıllara Külkedisi, yeni yıla girdik, dedi.
Duraktaki adamın verdiği sandalyede oturmuş,sağ elinde ayağından çıkarttığı ayakkabı, sol eliyle şişen bileğini ovuştururken Şura kendisi için daha uygun bir sıfat düşünemiyordu.       
                                                    2.bölüm
                                                   Peri Tozu
Şura ve Ulaş havai fişeklerin yarattığı ışık oyununu  hayranlıkla izlediler. Ulaş Şura’nın hemen yanında ayakta dururken aslında kötü başlayan akşamın ilginç bir yere gittiğini hissetmekten hiç de şikayetçi değildi. Yanında durduğu kız sanki bir masaldan fırlamış gibi gelmiş gecenin ortasına düşmüştü. Saf, içten tepkileri, attığı dirsek ve elini elinin içine bırakırken başta yaşadığı tereddüte rağmen Ulaş’a duyduğu garip güven. Siyah paltosu, elinde tuttuğu siyah ayakkabısı, paltosunun altından etekleri gözüken bordo elbisesi, küçük çantası,hafif makyajı. Dupduru bir kızdı Şura. Adı gibi ender bulunanlardan. Merak etti onu eve gitmekten alıkoyan sebebi ve yine merak etti onu sahile tek başına gelmeye iten diğer sebebi. Taksi nihayet geldiğinde gösteri de bitmişti. Ulaş Şura’nın taksiye binmesine yardım etti. Buz gibi havadan sonra ikisine de iyi gelmişti arabanın içindeki sıcaklık. Ulaş gidecekleri yeri söyledi. On dakika sonra Ulaş’ın bahsettiği çorbacıdan içeri giriyorlardı. Şura’nın elini bırakmayan Ulaş zaman zaman kız sendeledikçe de diğer eliyle kolundan yakalayıveriyordu Şura’yı. Mekan sahibiyle selamlaşan Ulaş’a cam kenarında bir masa ayarladılar. Şura sonunda sıcak bir yerde olmanın rahatlığıyla paltosunu çıkarttı. Ulaş’ın atkısını ve beresini de yanındaki sandalyeye bıraktı. Ulaş da kapüşonu çıkartınca kuzu kıvırcığı saçları ortaya çıktı.  Sonra paltoyu çıkarttığında ise ince, uzun postürü belirginleşti. Son iki saati birlikte geçirseler de ilk defa birbirlerinin yüzüne dikkatle baktılar. Ulaş bembeyaz bir tenin ortasında koyu geceler gibi siyah bir çift gördü ilk olarak. Şura samimiyetle gülmekten kaçmayan dudaklarını fark etti Ulaş’ın. Sonra Şura’nın koyu kestane rengi saclarının boya olmadığının kanıtı tek tel beyaz saçı fark etti Ulaş. Şura Ulaş’ın parmaklarının uzunluğuna ve ellerinin güzelliğine hayran kaldı. Sonunda garson sipariş almaya geldiğinde Ulaş aklından:
‘‘Hangi salak bu kızı kaçırdı elinden acaba ve ne yaparak?’’,diye düşünüyordu. Ulaş paça çorbası istedi,  Şura mercimek. Çorbalar gelinceye kadar havadan sudan konuştular. Tam anlamıyla havadan sudan ama. Gecenin soğukluğunu, denizden esen soğuk rüzgarı, sahildeki kalabalığı. Sıcacık çorbalar gelince ikisi de ne kadar aç olduklarını anladı. Yemeye başladıktan bir süre sonra da Ulaş:
-Sana bir şey sorabilir miyim?
Ağzındaki lokmayı yutan Şura:
-Tabiki sorabilirsin.
-Senin ne işin vardı sahilde, tek başına hem de bu gece, o saatte?
Şura bir an düşündü:
-Aslında tahmin ettiklerine çok yakın, bir yılbaşı partisindeydim. Sevgilim ve arkadaşlarımla. Sonra bir şey oldu çok sinirlendim çıktım.
Ulaş sakince çorbasını yudumlarken:
-Sevgilin nasıl bir kazma ki senin tek başına oradan ayrılmana ses etmedi?
Şura güldü:
-Saat 9’dan beri kafasının yerinde olmadığını düşünürsek beni geç umarım kendisi sabah evinde uyanabilir,dedi.
-Sahile ilk geldiğinde çok sinirliydin.
-Evet, Hakan öküzünü bir kızla öpüşürken görmüştüm.
Ulaş elindeki kaşığı havada tutarken şaşkın:
-Nasıl yani?
-Nasılı yok, geri zekalı bildiğin partideki bir kızla kuytu bir yerde öpüşüyordu.
-Eee sen ne yaptın? Öylece çekip çıktın mı?
Şura sakin sakin çorbasını yudumlarken:
-Aslında yanına gidip attığım tokadı ve bir daha beni aramamasını söylememi saymazsak evet çıktım, dedi.
Ulaş yemeği bırakmış Şura’nın olaylara yaklaşımındaki rahatlığa bakıyordu:
-Sen şu an bu durumdan rahatsız değil misin?
İç çekti Şura:
-Rahatsız olmam gerekli değil mi?  Garip ama şu an rahatsız değilim. Seninle burada olmayı inan o partide Hakan’la olmaya  tercih ederim.
-Sevgilimize pek aşık değiliz sanıyorum.
-Aşk mı? Değilim sanıyorum. Hakan temelde iyi anlaştığım biriydi. Arkadaşımdı. Güven duyduğum biri. Hoşlanıyordum da, yakışıklı bir adamdır.
-Hımm di’li geçmiş zamana geçilmiş. Hakan bu akşam bitti yani tamamen. Ama şöyle düşün adam aşırı alkollü ise belki farkında değildi. Savunmasızdı yani.
Şura alaycı gülümsedi:
-Siz erkekler. Valla alkolden değil ;ama kullandığı başka bir şey nedeniyle kafasının yerinde olmadığına eminim. Hatta yarın bu gece yaşananları hatırlamayacağından da eminim.
Ulaş:
-Yok artık hap mı?
Gözlerini devirdi Şura:
-Hakan benim ciddi ilk erkek arkadaşımdı. Babamla tanıştırdım onu. Güvenilir, akılcı, çalışkan bir adam. Hapı aldığını gördüm ;ama ihtimal vermedim. Sonra dağıtınca kendini acaba dedim. Son olarak kızla görünce, yani ne diyebilirim. Güven duygusu üzerine kurduğun bir ilişkide o duygu giderse ne kalır?
-Boşluk,dedi Ulaş.
Yemeyi bıraktığı çorbasına devam eden Şura:
-Sence ilişkimizin bir şansı kalmış mı?
-Sanırım kalmamış.
-Aslında beni üzen neydi biliyor musun?
-Yeterli sebep var gibi duruyor.
-Bu kadar değildi olay. Beni Hakan’la tanıştıran en yakın arkadaşım Betül bu adamın bu mereti kullandığını biliyormuş yanına gidip öfke ve üzüntüyle olanları anlattığımda yüzüme bakıp, ne olacak ki şimdi kullanmayan mı var, dedi.
Ulaş gülmeye başladı:
-İyi arkadaşın buysa Allah düşman şerrinden korusun.
Gülmek bu adama ne kadar yakışıyordu. İstemeden Şura da güldü:
-Ya gülme aynı gece hem en iyi arkadaşımdan hem de sevgilimden oldum. Bu komik değil.
Ulaş gülmeye devam ederken:
-Haklısın komik değil,dedi.
-En kötüsü ne biliyor musun?
-Dahası mı var?    
-Var, olmaz mi? Benim babam emniyet müdürü. Çok sert bir adamdır. Hayatımda ilk kez bir yılbaşını dışarda geçirecektim. Tabi bunda sorumluluk sahibi Hakan Bey’in de etkisi yok değil. Babamın karşısına geçip, Emin Amca kızın bana emanet, partiden sonra Betül’le ikisini Betül’ün eve bırakırım merak etme demeyi biliyor.
Telefonun çantasından çıkarttı, bakıp masaya koydu Şura:
-Bak beyimiz farkında bile değil yokluğumun,aramamış. Betül de aynı kafa,dedi. Sinirlendiği o kadar belliydi ki. Ulaş güven duygusunu her şeyin üstünde tutan bu kıza bakarken içinin ısındığını fark etti. Bu gece Şura için önemli bir şeydi. Özgürlüğü için bir nevi simgeydi. Onun neden eve gitmek istemediğini anladı. Hem sevgilisi hem de en iyi arkadaşı anlamında yanlış karar vermiş hissediyordu.
-Şura bu geceye çok fazla anlam yüklemişsin bence.
Omuz silkti Şura:
-Belki de. Senin baktığın yerden saçma bile olabilir. Ne biliyim?
Sessizce çorbalarını bitirdiler. Sonra çayları geldi. Çorbacıdaki televizyonda dünyanın çeşitli şehirlerindeki yılbaşı eğlencelerini gösteriyorlardı.  Ünlülerin katıldığı programlar ve çeşit çeşit eğlence. Dışarda azalan kalabalığa baktı Şura:
-Sen neden o banktaydın? Yani neden bir yerlerde konser filan vermiyorsun?
Ulaş Şura’nın baktığı sokağa baktı:
-Sen de doğru tahmin ettin aslında. Son üç yıldır beste yapamıyorum ve tükendim. Bu televizyondaki dünya çok acımasız. Onlara tüketebilecekleri bir şeyler vermeyi kesersen seni artık istemiyorlar. Benim verecek bir şeyim kalmadı. Şarkılarımı tükettiler, hayatımı tükettiler, kişiliğimi tükettiler. İşin kötü tarafı bunu fark ettim. Buraya geldim ailemin yanına.
-Ama adapte olamadın di mi?
-Ne yapacağımı bilmez haldeyim. Yapmayı bildiğim şey yıllardır müzikti. Şimdi o yok ve boşluktayım. Öfkeliyim, kendimi işe yaramaz hissediyorum.
Şura elini uzatıp Ulaş’ın elinin üstüne koydu. Şura’nın eli sıcacıktı. Ulaş geceden kurtardığı kızın elini tuttuğu anda onu kurtardığını hissetti. En yakınlarınla konuşamamak acıtıcıydı. Şimdi ona tamamen yabancı bir kızla oturmuş dertleşirken daha hafif hissetmişti kendini. Şura:
-Unutulmak zor olmalı ve tabi sil baştan başlamak. Hayat acımasız der babam.  Peki ailen?
-Ailem bu konuda destek olmaya çalışıyor ;ama o kadar yabancılaşmışım ki önceki Ulaş’a. Anlayamıyorlar beni. Babam mesela bir iş bulmam gerektiğini artık müzik konusunu askıya almam gerektiğini söylüyor. İşletme mezunuyum ben. Haklı biliyorum. Yirmi altı yaşında kocaman adamım hala bana harçlık bırakıyor evden çıkarken. Emekli adam bu bana nasıl ağır geliyor bir bilsen? Binlerce lira kazanıyordum birkaç yıl önce. Şimdi aileme aldığım ev dışında bir şey kalmadı. Biraz da birikmiş. Senin anlayacağın Şura, saçma sapan bir durumun ortasındayım. Neden bu gece o bankta olduğuma gelince, babamla ve ağabeyimle kavga ettim. Anlattığım şeylerin benzeri nedenlerle tartıştık, annem ağlamaya başladı. Yengemin aile yemeğini mahvettin bakışını da görünce vurdum kapıyı çıktım.     
Şura düşünceli düşünceli baktı Ulaş’ın yüzüne. Gerçekten mutsuz bir adama bakıyordu. Kıvır kıvır saçlarına uzanıp dokundu. Onun için ününü yitirmenin mi müziği yitirmenin mi daha acı olduğuna karar veremedi. Sonra:
-Seçme şansın olsa şöhretin mi müziğin mi dönmesini isterdin?,dedi.
Ulaş bir an düşündü. Sonra:
-Müzik dönsün yeter. Bak şöyle baktığımı düşünebilirsin? Yani müzik dönerse şöhret zaten gelir ;ama değil. Ben Popçu Ulaş’tan çok gitarıyla müzik yapan Ulaş olmayı isterdim. O hengameye geri dönmek istemiyorum ki. Diyorum ya karmaşık bir ruh halim var.
-Senin durumun daha çok yaratıcılığı özlemek gibi duruyor. Ne kadar zamandır beste yapmadın?
-Aslında ceptekileri yemeye başlamam sayılırsa dört buçuk yıldır. Son üç yıl cephanemi tamamen yitirmem.
-Peki hiç başa dönüp neden o yaratma duygusunu yitirdiğini bulmaya çalıştın mı?
Ulaş bu işe yaramaz bakışıyla:
-Defalarca, hatta yetmedi psikologa gittim.
-Belki bununla savaşmayı bırakmalısın.
Şaşkınlıkla gözlerini açtı Ulaş:
-Nasıl yani?
-Ananem derdi ki hayatın vermek istediği dersleri almayanlar defalarca aynı sorularla karşılaşmaya mahkumdur. Yani bu duruma direnme, yeni bir yol bul yeniden başla. Müzik seni terk etmiş olsa da sen kendini terk etme. Hayata asıl. Her ne sebeple küstüyse müzik, belki gittiği gibi gelir.
-Müzik dışında ne yapabilirim ki Külkedisi?
-Onu ben bilemem. Yeteneklerini, içindeki enerjiyi küçümsememesi gereken kişi sensin. Mutlaka seni yenileyecek bir şey vardır. Ara ve bul. Kendini müziğin hiç dönmemesine hazırla. Dönerse döner, dönmezse hayat başka amaçlarla devam eder. Bence yeterince yas tutmuşsun.
Ulaş düşündü. Haklıydı aslında Şura. Oturup B planı geliştirmemişti ki hiç. Hep müzik nasıl döner fikri zihnini meşgul etmişti. Şura konuşmaya devam etti:
-Bu arada itiraf etmem gereken bir şey var. Benim tüm lise hayatım sana aşık geçti. Odamın duvarları senin posterlerinle doluydu.
Ulaş şaşkınlıkla küçük bir kahkaha attı:
-Ciddi misin sen?
-Gayet ciddiyim.
-Bak bunu beklemiyordum.
Şura’nın yüzü kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı:
-Ama şu an baktığım adam posterlerdeki adamdan daha etkileyici,dedi.
Ulaş içine yayılan sıcacık o hisse teslim etti kendisini. Güven duygusuna. Tanımadığı, eski hayranı olduğunu itiraf eden, özgürlükleri için garip şeyler yapan bu kızdan yayılan ve onu çepeçevre saran güven duygusuna.
Sabaha kadar konuştular o çorbacıda. Hayattan, dünyadan,özgürlüklerden. Hüzünlendiler arada, daha çok güldüler. Şura babasının aşırı koruma duygusunun onda yarattığı isyanı anlatırken, Ulaş insan olmanın tehlikelerini anlattı Şura’ya yaşadıkları üzerinden. Şura’nın bazen kanı dondu bazen kahkahalarla güldü.  Ulaş kendi olamamanın yükünü anlattı Şura’ya, ondan beklenenleri. Şura Ulaş’a, bazen sevdiklerinin beklentilerinin olmasının insanı nasıl motive ettiğini anlattı. İkisi de kimseye anlatamadıklarını anlatırken, yargılanmadıklarını bildiler. Karşı taraf yeni bakış açıları getirirken asla amacın bilmişlik olmadığını hissettiler. Sabah saat 6’da çorbacıda masadan kalktıklarında ikisi de hayatları hakkında yepyeni kararlar almış hissediyordu kendisini. Uykusuz, rahatlamış, büyümüş,değişmiş. Kapıya gelen taksiye binip önce Şura’nın evine gittiler. Takside yol boyunca sımsıkı tuttu Şura’nı elini Ulaş. Gerçek olduğundan emin olmak ister gibi. Sonunda Göztepe İskelesine geldiklerinde taksiye durmasını söyledi Şura. Ulaş:
-Burada mı ineceksin? Evine bıraksaydık.
-Yüz metre ilerde evim gerek yok.
Hızla inince Şura arkasından indi Ulaş. Kolunu yakaladı:
-Neden kaçıyorsun? Neden evini öğrenmemden endişelisin?
Gözlerini kaçırdı Şura. Ulaş:
-Telefon numaranı istiyorum, verir misin?
Şura derin bir nefes aldı. Başını kaldırıp Ulaş’ın gözlerine baktı. Kolunu kurtarmaya çalışırken sakince:
-Ulaş, beni istersen bulabileceğini biliyorum. Adımı söyledim sana, babamın işini. Sosyal medya diye bir şey var ;ama dün gece bir masaldı. Öyle kalsın.
-Şura saçmalama, ben senden hoşlandım. Hem de çok hoşlandım.
Şura artık kolunu kurtarmaya çalışmıyordu:
-Ben de senden hoşlandım;ama hayatlarımızda yaratacağımız değişiklikleri dün akşama, birbirimize bağlayamayız.   Ben eminim içindeki müziği bulacaksın ve yeniden bu kez istediğin yere geleceksin. Sendeki geçici etkimi nasıl yitirdiğimi görmek istemiyorum.
Şura’nın kolunu bıraktı Ulaş. Nedeni zihni kabul etmiyorsa da kalbinin derinliklerinde ona hak veriyordu. Geçici bir duyguya kurban edilemeyeceklerdendi bu kız. Ulaş ısrarı bırakınca içi cız etti Şura’nın ;ama emin oldu kararından. Şura’nın kolunu bırakan Ulaş:
-Peki, haklısın. Yapabileceklerimize zaman tanıyıp bu hissettiğimiz şeyin gerçek olup olmadığına bakalım o zaman.
-O nasıl olacak?
-Şura tam bir yıl sonra 31 Aralık saat 22.05te Alsancak’ta o bankta buluşalım. Söz o zamana kadar aramayacağım seni. Kocaman bir yıl. İkimiz de gelirsek bu şey kalıcıymış deriz ;ama birimizden biri gelmezse ya da ikimiz de gelmezsek yapacak bir şey yok.
-Bir yıl sonra. Unuturuz Ulaş.
-Unutursak zaten bu gece hiç olmamış demektir.
Şura filmlere özgü bir romantizmin ortasındaydı. Ne diyebilirdi ki?
-Tamam Ulaş. Bir  yıl sonra.
Taksiye binen Ulaş:
-Bir yıl sonra.  
31 Aralık 2016
Saat 22.05
Ulaş tam iki saattir aynı bankta oturuyordu. Bir yıldır varmaya çalıştığı yerdeydi sonunda. Kendi savaşını vermiş önce bir arkadaşıyla ortak bir mekan açmıştı. Borç harç giriştiği bu iş onun yeniden düze çıkmasını sağlamıştı. Gezip tozma birikimi gerçekten işe yaramıştı. Haftada üç gece bu mekanda şarkılarını söylemiş. Altı ay sonra müzik geri dönmüştü. Hem de eskisinden de güzel, eskisinden de dolu. Şura’yı tıpkı onun dediği gibi bulmuştu sosyal medyadan. Onun önemli bir firmada çalıştığını, bir taraftan hayallerini gerçekleştirmek için nasıl kurs kurs dolaştığını takip etmişti. Her hafta acaba hayatında biri var mı endişesiyle baktığı hesapta böyle bir şey görmemişti. Şimdi bu bankta onu bekliyordu.
-Acaba gelecek mi?,dedi kendi kendine. Saatine baktı. On dakika geç kalmıştı. Etrafındaki kalabalığa baktı. Yoktu. İçini kuşku bürüdü. Unutmuş muydu Ulaş’ı? Ulaş’ın hayatına serptiği peri tozları Ulaş’ı yeniden yaratırken o gecenin Şura için anlamı olmamış mıydı hiç? Sıkıntıyla geriye yaslandı. Bekledi, bekledi. Dakikalar geçtikçe umudu kırıldı. Saatine baktı. Saat 23.10 olmuştu. Ulaş yavaş yavaş Şura’nın gelmeyeceğinden emin olmaya başlamıştı. Yine de banktan kalkmak istemedi. Telefonundaki cevapsız aramalara baktı. Mekandan tam sekiz arama vardı. Umursamadı. Oturmaya devam etti. Şura gelmeyecekti. İçini hüzün kapladı. Dakikalar birbirini kovalarken birden Körfez havai fişeklerle aydınlandı. Gösteriyi hüzünle izlemeye başladı Ulaş. Tam bu anda bir ses:
-Nice yıllara Külkedisi’nin prensi, dedi. Sese dönen Ulaş elinde bir yıl önce giydiği ayakkabıyı tutan, paltosuna ,beresine, atkısına sarılmış aydınlık bakışlı Şura’yı gördü. Ayağa fırladı ve ona sarıldı. Şura Ulaş’ın göğsüne yaslanmış:
-Bazı Külkedileri gece yarısı kaçar bazıları sabahlamak için gece yarısı gelir prensine,dedi.
Ulaş göğsüne yaslanmış kızın çenesini tuttu ve kaldırdı. Gözlerine baktı. Hiçbir şey demedi sadece dudaklarına kapandı.

Gözlerini açtı Şura 2017’ye uyuyarak girmişti demek. Göğsünde uyuduğu adama baktı. Rüyasında gördüğü adam olmamasından içi sıkıldı. Rüyasında gördüğü romansın hayatındaki adam yerine o, olmasından sıkıldı. Başı tuttuğu için bu odaya gelmişti. Muhtemelen Hakan da sonradan gelmişti. Kalktı Şura. Yeşil kazağının yakasını düzeltti. Pencereye doğru yürüdü. Işıl ışıl şehre bakarken yılbaşı filmlerine benzeyen rüyasının kahramanının neden en yakın arkadaşı Ulaş olduğunu düşünüyordu.    

                                                           UmayMasal