star tv etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
star tv etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ocak 2024 Pazartesi

İmkansızdan Seken Sevda- Metila

 

                                             "-metila"

İnsanı insan yapan en önemli şeylerin başında gelir duygu. Duymak ya da diğer değişle hissetmek kadar o hissi nasıl yaşadığın da önemlidir. Öfke, nefret, kibir gibi kötücül dediğimiz ama insana dair olan duygular kadar sevgi, acıma, empati gibi duyguları da ne noktaya kadar yaşadığımız da önemlidir. Bu hafta Sakla Beni evrenine işte tam olarak buradan bakmaya karar verdik. Hadi sevgili okur, takıl peşimize bakalım hangi karakterde hangi duyguya savrulmuşuz.

                                             "-İncila kuzenim mi benim? Anne sen nasıl bir çaresizlik içerisindesin?"

Sakla Beni iki temel sorunsalla başladı bu haftaki bölümüne. İlk sorun İncila’nın kaçırılması, ikicisi ise Naz’ın İncila’nın kuzeni olduğunu öğrenmesi. Önce Naz’la başlayalım. Naz annesi Filiz’in ağzından çıkan “İncila senin kuzeninmiş.” cümlesine inanamadı önce. Nasıl inansın? Onun bir tanecik kölesi, oyuncağı, kıskançlıklarının merkezi, stres topu nasıl olur da onunla aynı kandan çıkardı? Filiz’in her şeyine ortak olacak dediği İncila nasıl olur da özgür olabilirdi? Anne kızın asla yanaşamayacağı şeylerin başında geliyordu paylaşmak. İncila onun sahip olduğu neye ortak olabilirdi ki? 


                                            " -Dede şuna bir şey söyler misin? Senden dolayı iyice tepeme çıktı bu.

                                         -Sen de zamanında onun tepesine çıktın. İncila sana ne yapmak isterse özgür.                                              Benden ona tam destek."

Naz’ın olabileceklerle ilgili öngörüsünde Naz’ın bilinçaltını görmek karaktere daha yakından bakmaya da vesile oldu sanıyorum seyirci için. Naz İncila’yı dedesinin yanında hayal ederken de sonrasında kuzen olduklarını söylediği taktirde İncila’nın tepkisini tahmin ederken de Nazca düşündü. Böylece anladık ki Naz çocukluğundan beri İncila’ya yaptığı her şeyi bilinçli bir kötülükle yapmış. İncila’ya verdiği kendi tabiriyle “artıklar”ı da onu aşağılamak için vermiş. Onca işkenceyi yaparken İncila’nın dur dediğini duymuş ama duymazdan gelmiş. Kısaca Naz İncila’ya her yaptığını farkındalıkla yapmış. Bu, Naz’ın içindeki kıskançlığın ve kötülüğün boyutunu anlamak açısından bence oldukça iyi bir veri. Naz’ın yapabileceklerinin bir sınırı yok. Kendi istediklerinin olması, kendi beklentilerinin karşılanması dışında da umurunda olan bir şey de yok. Aynı annesi gibi. Hatta beklediği bebek bile onun beklentilerinin ve dayatmalarının bir kuklası. Bu noktada İncila’yı kaybetmek de istemiyor tabi. Hatta öyle istemiyor ki bebeği bile umurunda değil o an. Anne-kızın kendi isteklerini diğer tüm insanların beklentilerinden hatta hayatlarından öncelikli görmeleri asıl mutsuzluk nedenleri ama görebilecek farkındalıklarının olduğunu söylemek zor. Mete’nin dediği gibi ne Naz ne de Filiz asla doyacak insanlar değil. Bu nedenle de mutlu olma veya birilerini mutlu etme olasılıkları dahi yok. Naz’ın tırmanışı sürecektir. İncila onun için öyle bir savaş alanı ki sınır tanımazlığı İncila konusunda gidebileceği en yüksek yere gidecektir.


                                                                          "-Ne istiyorsunuz benden?
                                                                          -Para. 20 milyona ihtiyacım var."

Bölüm başı diğer sorunsala gelirsek… İncila’nın kaçırılması hepimizin acaba Mete tarafından kurtarılacak mı sorusuyla beklediğimiz bir olaydı aslında. Ancak ters köşe oldu ve Mete’nin babası tarafından kaçırılan İncila’dan Mete’nin babasının 20 milyon lira talep etmesiyle de şaşkınlığa uğradık. Üstüne Mete’nin babasının İncila’yı Mete ile ilişkisini ifşalamakla tehdit etmesiyle de şaşkınlığımız beşe filan katlandı. Şimdi burada bazı sorularımız var ve cevap bekliyoruz. Soru bir Mete’den pek de istekli ayrılmış gibi durmayan bu baba namzedi neden oğlunun hayatını darmadağın edecek böylesine bir darbeyi indirme peşinde?  Hadi bu arkadaş bu kadar insanlıktan çıktı neden 20 milyon gibi bir miktarı asla bulamayacağı ortada olan evin hizmetlisi İncila’dan istiyor? Gitsin Mete’den istesin. Nereden bakarsak bakalım saçmalık. Ha babanın başka bir hesabı var gibi de durmuyor ama velev varsa da yine durumun saçmalığını aklamaz bende.


                                                       "-Korkuyorum, çıkar mısın? Biri gelecek şimdi.

                                                       -Bembeyaz olmuş zaten yüzün. Neden korkuyorsun?"

Sakla Beni bölüm boyunca bahsettiğimiz bu iki düğüm ekseninde yani Naz’ın İncila acaba biliyor mu korkusuyla, İncila’nın para bulma çabası içindeki çaresizlikle karışık korkuyla dönerken başka başka duygularla da karşılaştık.  Bölümde açık ara hissedilen duygu korkuydu bu net. Naz ve İncila sırlarla korkadursun Mete de bölümün başından sonuna kadar tek bir korkuyla yaşadı. İncila’yı kaybetme korkusu. İncila gider korkusu. Mete’nin, bölümlerce kendisinden kaçan İncila’nın ona “sen varsan ben varım.” dediği noktada şaşkınlıkla karışık yaşadığı sevincin nedenini sanırım izleyenler bu bölüm anladı. Mete öyle korkuyor ki İncila’yı kaybetmekten. Yapması gerekenlerle İncila için endişelenme arasındaki sıkışmış korkusu  öyle yüksek ki. Ben Mete’nin aşkının evrildiği yerin çok derin olduğunu bu bölüm hissettim. Aslında Mete çok zor durumda. Babasına benzememek için hayatı boyunca gösterdiği çabada babasının kaderini yaşıyor olduğunu hissetmesi onu çok yıpratıyor. Naz’la evli ama İncila’ya aşık. En başta İncila’yı dinlemediği, anlama çabasına girmediği için o yüzüğü taktı parmağına öfkeyle. Kendisinin de o meşhur kavgada dediği gibi “Köpek gibi pişman.” ama artık ortada sadece aileler yok. Bir çocuk var. Senaristimizin satır arasında bize selam yolladığı İngiltere’de yaşananlardan miras bir çocuk ki umarım ilk bölümde Naz’ın odasından çıkan arkadaşındır. Hamilelik olayının başından beri Mete’nin İncila’dan sonra Naz’a dokunamadığını söylediğini yazdık durduk. Demek duyulmuş serzenişimiz. Hala bu çocuk mevzusunun, her ne kadar Mete’nin kader döngüsünü kırmak derdiyle yazıldığını bilsek de, Mete karakterini sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum. Zarar veriyor ona. Sürekli yardıma hazır bir rakip varken özellikle. Naz’a söyletilse de bizzat Mete’nin İncila’ya ona âşık olduğu andan beri Naz’a dokunmadığını söylemesi gerektiğini düşünüyorum mesela. Bir de yavaş yavaş Naz’ın Mete tarafından sevilmediğine ikna olması gerekiyor ki buna dair sinyaller Kadir üzerinden verilmeye başlanmış olsa da yeterli değil. Mete’nin her an gözünün sevdiği kadının üzerinde olması, Naz’a katlanma çabası ve sonunda babası ile yüzleşecek olması karakteri açısından dönüştürücü. Aslında ilk bölümden bu yana Mete’nin aşkla büyümesine şahit oluyoruz bu da bir gerçek. Çapkın ve hovarda Mete’nin sorumluluk alma çabasına hem çocuğuna hem sevdiğine sahip çıkmaya çalışmasına, bunları yaparken çektiği acıya şahit oluyoruz. Yaptığı her hatanın bedelini çok sert ödüyor Mete. Bir süre daha ödeyecek gibi. Ne yapalım acı büyütüyor insanı.


                                                       "-Korumuyorum Mete, korumuyorum. Ben sabahtan akşama                                                               kadar onunla muhabbet etsem ne olur? Gözümde, gönlümde sen                                                                 olduğun sürece."

Diğer taraftan İncila-Mete aşkında da yeni bir dönemin başladığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Tutkudan kavgaya oradan arkadaşlığa sonra sevgili olmaya geçen Mete ve İncila ağır ağır sevdaya evriliyor. Zaten birini sevmek çok boyutlu bir sevme hali değil midir?  Peki Sevda

Hamiş; Sevda, sevmek kökünden gelmez. Sevda köken olarak Arapça bir sözcüktür. Tek başına köktür yani. Bu kökün anlamı da güçlü sevgi, güçlü aşktır. Köklendikçe köklenen aşk. Gözden kalbe oradan ruha işleyen aşk. Doğu’nun anlatı geleneğinde sevdalandığında artık başkasına yer kalmaz kalbinde. Öncesi ve sonrası kalmaz. Sevda çekmek, kavuşmayı beklerken çekilen acıdır. Sessizdir bu acı dünyaya ama bir o kadar çığlık çığlığa bağırır insan kendi yüreğine. Yürek sadece bir kez sevdalanır. O da kendi tamamlayıcısına denk gelirse. Ona denk geldikten sonra daha azına razı olamaz. Çünkü kendi iç mezarından çıkmıştır artık ruh. Başkasına koşamaz, başkası ile olamaz. Başkası çürütür o ruhu. Çünkü bilir ki o şey, o tamamlanma hali sadece O’nunla olabilir. Ölümde de yaşamda da birlikteliktir. Sevda olağandışıdır. Erişilmez olandır. Herhangi biri olamaz. Yalnızca O’dur. 

                                                            

                                                               "-Ben üçüncü bir yol bulacağım.

                                                                 -Biliyorum."

İncila bu duygunun ustası hikâyede, Mete ise çırağı. Öğreniyor Mete. İmkansıza düşe düşe öğreniyor. İncila'nın hayalden seken gerçeğe bakışındaki nahifliğe baka baka öğreniyor Mete sevdaya düşmeyi. Birbirleri için “enlerin eni” onlar. Bu nedenle Mete ve İncila için başka bir ihtimal yok. İncila, Mete olmadan da Mete’yi sevmeyi bilmiş. Onun başına gelenleri kabullenmesi bundan. Bekliyor İncila, o bulmak istediği üçüncü yolu bulmasını. Ne zaman demeden, neden demeden, suçlamadan bekliyor İncila. Çocukluğundan beri boğuluşuna şahit olduğu Mete’nin ruhuna yük getirmemek için onu dinliyor. Sadece dinliyor İncila ve seviyor. Bakışıyla, kalbiyle seviyor. Mete de öğreniyor. Kendisinde olanın karşılığını duyduğu andan beri daha da derine dalıyor sevdasında. Kadir’e sarıldı diye vazgeçmiyor İncila’dan mesela artık. Kıskanıyor ama kendisini artık o duyguya teslim etmiyor Mete. Biliyor kalbinin aynasını. Tıpkı İncila’nın aynasında yansıyan kendi görüntüsü gibi. İncila Mete, Mete İncila. Birbirlerinin yansıması onlar. Yaraları aynı, şifaları da aynı. Naz’ın kıskançlıkla bastığı ele Mete’nin önce merhem sürmesi ardından öperek şifalaması bundan.


                                         "-Baba"

Oğullar babalarıyla savaşmadan büyümez. Oğullar babalarını öldürmeden iktidar olamaz. Bu ölüm semboliktir ama büyümek için bir erkeğin bunu yapması gerekir. O baba hiç olmamışsa hele savaş daha derin olacaktır. Kaybolmuş bir çocukluğun hesabı illa ki sorulacaktır. Mete’in önünde yaşayacağı iki iktidar savaşı var kendi “beni” için. İlki bölüm sonu tam karşısında kaldı. Sevdiği kadını tehdit eden babasına savaş bıçağını çekecektir. Sonra… Sonra Ziya Dede. Mete bu iki savaştan galip çıktığında artık önünde kimsenin durabileceğini sanmıyorum. Pekiii, İncila savaşı? Asıl meydan savaşının olacağı alan İncila. Mete onun kalbini aldı bile. İncila’yı kaybetmenin kıyısına dahi gelse Mete karşısında kimse duramayacaktır. Naz bile. Hatta iki aile bile.

 


                                                                   "-Mete ne yapıyorsun sen?

                                                                   -Asıl sen ne yapıyorsun? Kaçıp gitmeyi mi planlıyorsun?"

Son demde; hala bıçak sırtı ilerliyoruz. Metila  aşkımızda netiz ama karşı cepheye dair hala bir hamlemiz yok. Bebekten şüphelendik gibi oldu ama sonra dağıldık. Naz’ın şiddet eğilimini çabuk atlattık ki bence orası kaşınmalı. Kadir İncila’ya bu mesafede kalmalı ve asla yaklaşmamalı. Naz ve Kadir arasındaki aks bence gelişebilir zira sevgisiz birliktelikler kişilerin ihtiyacı olan ilgiyi asla sağmaz. Naz Kadir’le Mete’nin sevgisizliğini görüp ona yönelebilir. Kaldı ki Naz’ın meydan savaşı ya İncila’yla ya da İncila için. O halde İncila’ya âşık olan Kadir neden Naz’ın hedefi olmasın ki? Mete’nin artık bazı noktalarda öne çıkıp kendisini göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Hayat sorumluluğu alabileceğini görelim. İncila’nın okul mevzusunu o gündeme getirmeli ve kız o tımarhaneden çıkmalı. Kendi hayatına yönelik bir şeyler yapmalı ki bu Naz’la gerilimi de artırır. Mete ve İncila’nın aşkla harmanlanmış dostluğunu da seviyorum. Ama aşka dair bazı dokunuşlara ihtiyaç var. Yapılmak isteneni anlamakla beraber o dokunulamayan ama en derinde yaşanan sevdayı görmemiz gerek. Elimizde harika iki oyuncu var. Sınırlar zorlanabilir. O duygu en yüksekten verilebilir. Aşk ne de olsa yüksek bir duygu.

                                                                                                           UmayMasal

12 Haziran 2018 Salı

Hikayenin Ruhu Üflenir Aşk İmkansıza Düşer- YağHaz

“Gittin mi büyük gideceksin!
Ayrılık bile gurur duyacak seninle- Can Yücel”
Bu bölümde Yağhaz’a veda edecektim. Bölümü izledim. Sonra yazmak için oturdum. Uzun süre ekrana baktım. Boş boş baktım. Tıpkı final bölümü adı altında izlediğim bölüme baktığım gibi. İçimi yokladım. Nerden başlamalı ne anlatmalı dedim. Bulamadım. Şu saate kadar tutunduğum dala, Aşk’a , baktım. Göremedim, eksik gedik satırların arasında. Annelik dedim, asılı kalmış darağacının yağlı urganında. Baba olsa dedim, geç kalınmışlıkları saklamaz ki ataerkil düzenin hikayenin tabanına koyduğu dinamit. Öyle boşta, öyle havada kaldım ki, kendime kızdım nereden bu hikayeye tutundum diye. Bölüm boyunca akmadı gözyaşım, durdum yanağımdan süzülen tek damlaya odaklandım. Dedim o akşamki veda neydi ki, sen kendi vedanı kendince yaz gitsin. Sonra bir şarkı geldi aklıma, kalktım buldum onu onca plak arasında bıraktım söylesin Nilüfer:
Derdim var gecem zehir bana
Yardım et seni unutmama
Anılar başucumda
Kov gitsin...
Sevmiştim seni kana kana
Şansım yok kaderden yana
Yaşanan her ne varsa sil gitsin
...
Benim aşktan anladığım
Yaşananlar kar saydığım
Kalbim sende kaldı
Kır gitsin...
Kırıldık. Kırdılar bizi. Hikayenin kendince bir yerine tutunan herkesi kırdıkları gibi. Haftalarca parçaladıklarını son bölümde rüzgara savurdular. Rüzgardır dediler geride bırakmadan dağıtır bütünü. Bilemediler rüzgarın zaman olduğunu ve zamanın her an adaleti çağırdığını; bazen geç olsa da. Onların rüzgarı bizim zamanımız. Gösterecek ne olacağını. Göreceğiz.
Kadın olmak, canıyla kadın olmaktır. Yaşadığı dünyada bedeninden, duygularından, düşüncelerinden ve ilişkilerinden dolayı baskı altında tutulan, aşağılanan, kendisine şiddet uygulanan kadın, canıyla varolamaz. Kadın üzerine düşünme zulüm üzerine düşünmektir. Fazilet Hanım evreni bol kadınlı ve adının vaddettiği yaklaşımla bunu yapmaya hem de bunu basitçe büyük laflara gerek duymadan anlatmaya öyle yakındı ki. Erkek egemen dünyada kendisine biçilen rolleri giymiş, sürekli sürekli bu rollerle sınanmış bireyleri anlatmak “Egemen” soy ismiyle erkek evrenini temsil eden ataerkil yapıyı eleştirmek mümkün müydü? Mümkündü. Yasemin’den, Ece’ye, Fazilet’ten Nil’e yaftalamanın farklı sosyal sınıflar arasında nasıl kadına yönelik yapıldığını gösterirken Hazan’la Yağız arasındaki aşkta en baştan yaftalamayla başlayan o “şey”in yani tanımanın, anlamanın, derine bakmanın yarattığı dip dalgasının neleri değiştirebilecek güçte olduğunu görmek, hem de en basit çizgilerle görmek, mümkündü.  Kamusal alanın hakimi erkek egemen bakışına istisnai bakıştı Yağız çünkü. Hayatlara müdahale etme hakkını kendinde gören Hazım’a, Sinan’a karşı anlayışlı; hayatının kontrolünü yitirmiş Gökhan’a karşı alabildiğine kendine hakim. Tıpkı yansıması Hazan’ın, Ece’nin dişiliğine karşın net ve o dişilikten sıyrılmış, annesi Fazilet’in güç, para takıntısına karşın doğru ve yardımsever olması gibi. İki ayrı dünyanın çarpıştırıcısı gibi. İki dünya çarpışır yepyeni bir dünya doğar. Doğmalıdır. Çatışmalar yaratarak, parçalayarak. Bizim hikayemizde doğmadı çünkü başka unsurlar işgal etti o dünyaları.  Zulüm aşkı esir etti. Zulüm anneliği de esir etti. Kerime’nin dediği gibi bir günde delirmez kimse. Oğlunun kimliğini öğrenme sürecinde herkes tarafından aldatılan Kerime’yi bile Sinan’a anne yaparken, oğlumu öldürmeye kalktım ben duygusundaki kadına sadece oğlu için iki öğüt noktası seçildi. Biri Hazan’a dairdi ki eksikti. Orada mezarda ölmek pahasına Hazan’ın nasıl direndiğini de söylemesi gerekirdi Kerime’nin; diğeri Hazım’ın Yağız’ın babası Egemenlerin ise ailesi olduğu ifadesiydi. Egemenler ki, Yağız’ın hayatını koca bir yapboza çevirenler. Yağız açısından aydınlanma kısmı net duygu evreni eksik olan hayat yapbozu, korkarım Çağlar Ertuğrul oynamasa daha da eksik kalacaktı, en temel eksiği aşk olmasına rağmen tamamlandı. Annesinin kim olduğunu, babasının kim olduğunu tüm boşluklara rağmen öğrendi. Canı yandı. Yüzleşti. Çıktı gitti. Peki asıl hikaye neydi? Fazilet’in eve kendi cehennemine dönüşü, Kudret’in onu takip edişi, Hazan’ın babası hakkında duydukları... Bu muydu hikaye? Bu muydu acaba Hazan’ın annesiyle arasındaki uçurumun sebebi? Fazilet’in aşka nefretinin tabanı bu muydu? Sanmıyorum. Fazilet yaşamadığı, hayalkırıklığına uğramadığı bir duyguyu sadece para hırsından bu kadar zaman yargılayamaz, yargılamışsa inandırıcı olmaz. Bir bölümlük ve o oranda eksik finalin en eksik tarafı kaldı Fazilet ve Hazan. Hoş hikaye ne zaman Egemenleri kendisine merkez kabul etti o zaman yokuş aşağı inmeye başladı. İki ayrı dünyanın birleştiricisi ve en büyük çatışma sebebi olacak olan büyük aşk yani Yağız ve Hazan dahi o erozyondan kendini kurtaramadı. Sürekli ve sürekli kan kaybetti. Yazılmadı, anlatılmadı, eksik gedik bırakıldı. Neden yapıldı anlamak mümkün değil. Fakat görünen o ki hikayeye ihanet edildi. Kadına ihanet edildi. Kadın sadece entrika evrenine hapsedilip, anneliği, kadınlığı, nesne olmaktan çıkma mücadelesi, kendi ayakları üzerinde durmak için feda ettikleri, aşkı en çok da aşkı her şey gibi gözardı edildi. Acı olan bunu yaparken de en çok kadın izleyici tarafından sahiplenildi. Kadın izleyici Sinan ve Yağız’ın kör dövüşünü izledi. Tarafgir oldu. Hazan’a kızdı. Fazilet’i anlamaktan öteye savruldu. Neden? Çünkü böyle olsun istendi. Dolmadı tabanı hiçbir mücadelenin. Anlatılmadı. Kesik, boş, anlamsız evet evet anlamsız hikayeciklerle oyalandı izleyen. Sonunda o hikayeciklere eklemlenen anlamsız bir sonla da veda etti. Olsun biz anlamsız şeyleri seviyoruz mu? Yağız ve Hazan’a dair olan her şey gibi anlamsızlıkları da seviyoruz. Burada parantez.
Dünyada sinema ve dizi sektörlerini takip edenler muhakkak çok daha net bileceklerdir. Dünyada hikaye kadar özellikle dizileri sürükleyen unsur o hikaye içeriğindeki aşkın ve dolayısıyla o aşkın taraflarını canlandıran kişilerin arasındaki uyum çok önemli hale geldi. Burada hayattaki gerçeklik algısında aşkın hızla değer kaybetmesi mi sebep, yoksa insanın günlük koşturmaca içinde kaybettiği duygularını arama telaşının yansıması mı bilmiyorum. Tek bildiğim aşk insanı cezalandırmak için kurguya çekildi ve bizler kurgu metinlerin yansıması olan her tip görselde onu arıyoruz. Günümüzde değerini kaybeden Leyla-Mecnun, Kerem-Aslı hikayelerinden göz kırpan bir hikaye kırıntısını sezdiğimizde peşinden gitmemiz bundan belki. Yağız ve Hazan işte bu göz kırpışın taraflarıydı benim gözümde. Lizzy ve Bay Darcy’nin yansıması olarak sevdim ben bu ikiliyi. Tıpkı onlar gibi önyargılarla birbirlerine yola çıktılar çünkü. Yağız’ın yüzündeki yara izi yavaş yavaş kalbine inerken gururu, kendini kaybetmek istemeyişi arasında hesaplaşması inanılmazdı. Sonrasında tıpkı Bay Darcy gibi aşkının ona kendini kaybetme eşiğine getirmesini izledik sonra da kaybedişini izleyememek hepimizi ağır ağır derine giren bir bıçak gibi kesmeye başladı. Çünkü o noktada Yağız kendini kaybetmeliydi sonra o aşkla yeniden kendisini bulup tanımlamalıydı. Tanımlayamadı. Tanımlamasına izin verilmedi. Hatta bırakın tanımlamayı Yağız Hazan’a hissettiği derinlikli aşkında başlangıç ve gelişmede tam bir yanış içindeyken artı Hazan’a dairken tüm hatalara rağmen sonuçta yazık ki kardeşine mahkum edildi. Hazan’a aşık olduğunu kafası önünde kardeşine itiraf etti.  Hazan’a aşkının karşı konulamaz olduğunu mezarda tüm yıkılmışlığına ve o aşktan vazgeçmişliğine rağmen yine kardeşine söyledi. Her şey gibi diyaloglarında sahibi Sinan’dı. Acı çok acı. Yağız tüm konuşulmamışlıkları gözlerinden uyku gibi akan bir adam olmasaydı ne olacaktı? Yağız’ın Hazan’a aşkı onu bedenlendiren oyuncunun, Çağlar Ertuğrul’un, her bakışında, her dokunuşunda hatta dokunamayışında sesinde saklı olmasaydı ne olacaktı? Eksiklik arşa mı çıkacaktı? Hikayenin Lizzy’si Hazan... Gururunu kıran adama nefreti oranında aşık olan Hazan. Eğer senin yükün ve anlamın sadece yazanlara kalsaydı ne olacaktı? Deniz Baysal’ın Hazan’ın hayalle gerçeği ayırmasındaki her zerreyi yüklediği bakışları, dokunuşları veya dokunamayışları, hatta ses tonundaki değişkenler olmasa Hazan’a nasıl inanacaktık? İnanmayacaktık. Kimya denilen şey Yağız ve Hazan’ın karşı karşıya restleştiği, yanyana kavgaya girdiği, omuz omuza ağladığı, kucak kucağa gömüldüğü, kavga dövüş birbirini öptüğü, birlikte lanetlendiği, sadece lanetlendiği, Sinan’a kurban edildikleri her sahnede ekranda patlamasa biz bu aşka inanmayacaktık. Çünkü KONUŞAMADILAR, KONUŞTURULMADILAR. İlk bölümlerde aşkı, inanmayı, güveni sonuna kadar birbirine anlatan, nefret ve önyargı sarmalında bile kavga ederken birbirine ne düşündüğünü söyleyen Yağız ve Hazan birbirlerine olan sevdaları hakkında tek cümle kurmadan var mısın, varım gibi bir saçmalığa kurban gitti. Oysa o mezarlıkta söylenecek sözcükler “Benimle misin?- Seninleyim” olmalıydı. O saçlar okşanırken ağlayarak “Ben seni çok seviyorum” diyebilmeliydi Yağız. Öncesinde sahilde arkasından çığlık çığlık bağırarak “Benim kalbimde Yağız da Mehmet de bir, kim olursan ol seni seviyorum” demiş olması gereken Hazan’a karşılık. Söylenmemiş kelimeleri gözlerinde kaldı Yağız ve Hazan’ın. Ceplerinde inandıklarına yiten zamanları sadece birbirlerine kaldılar. Elleri birleşti, ruhları gibi parıltılı ama gösterişten uzak yüzükleriyle anladık ki hayatlarını da birleştirmişler artık. Affetmişler onların inançlarını ellerinden alanları. Sağaltmak için belki geçmişi. Son demde bir anne kalmış sadece ellerinde kapısına gidip tıklatabilecekleri.  Bölüm bundan ibaret benim için. Bundan sonraki kısım için uyarı ağır ağıt içerir.
Yağız ve Hazan mezarlıktan el ele çıktı. Konuşmadılar. Konuşulacakların beklemesi gerektiğini düşündü çünkü Yağız. Son iki günde öğrendikleri hala omzundaydı. Boğazını düğümlüyordu, kelimelerini. Elini tuttuğu ve mezarlığın karanlığından daha karanlık bir mezarlığa dönmüş kalbinde tek ışık olarak kalmış kadının elini sıktı. Onu, o olduğu için seven kadını affettiği için içinde saklanan tek huzura bıraktı kendisini kanayan yaralarına inat. Bir daha bir daha gömmek zorunda kaldığı annesinin hayaletini aklından kovdu. Yine elini tuttuğu kadındı ona hikayesini anlatacak olan biliyordu. Onu tamamlayacak olan. Hazan’sa aylardır konuşan durmadan konuşan ama söze dökemediği kelimelerini şimdi şu anda elini tuttuğu adama sakladığı her şeyi erteledi. Şimdi değildi. Şu an değildi. Tutmak için onca zaman yandığı ele teslim olan yüreğini bıraktı özgürce hissetmesi için. Kendine yasakladığı milyarlarca saniyede onu hissetmek için nasıl yandığını bilerek nasıl acı çektiğini bilerek kavradı sevdiği adamın her bir parmağını. Öğrendiği gerçeğine rağmen, çocukluğunun anlamını yüklediği adamı, babasını bu gece burda gömmesine rağmen, bundan sonrasında çocukluğunun bayram sabahı olacak adama baktı. Konuşmamışlardı hiç ama anlatmışlardı birbirlerine kendilerini, bakarak sadece gözlerini birbirlerine akıtarak. Onun kendisini, kendisinin onu anladığını bilmişti Hazan bunca lanete inat. Kapıda bekleyen taksiye bindiler. Ayırmadılar ellerini asla. İkisi de ayrılmanın acısının tazeliğini taşıyorlardı hala. Onca engele, onca kavgaya, kayba rağmendi bu tutuş. Taksiye kendisini aldığı yere dönmesini söyleyen Yağız’ın sesini hayal meyal duydu Hazan. Elini bırakmadan diğer eliyle kolunu kavradı Yağız’ın önce sonra başını yasladı onun omzuna. Yağız omzundaki ağırlığın huzuruna bıraktı kendisini. Yer yer kesilmiş saçlarını okşamaya başladı Hazan’ın. İnanamadan. Onca zaman imkansız dediği şeyin avucunun içinde olmasına inanamadı. Konuşmadılar. Yol bitene kadar konuşmadılar. Yağız’ın evine geldiklerinde yine ellerini ayırmadılar. Ne valizleri alırken ne içeri girerken ne de Yağız ışıkları yakarken. Yağız:
-Aç mısın Hazan?,dediğinde elinden tutup çekti Yağız’ı Hazan. Kaç zaman önce olduğunu hatırlamadığı geçmişte bıraktığı anların birinde oturdukları koltuğa götürdü onu. Yan yana oturduklarında sevdiği adamın göğsüne yattı. Eli hala elindeydi. Kelimelerini bıraktı kendi bildikleri gibi dökülsünler:   
“Seni sevdim ben, çok sevdim. Sevdim sandığım onca saçmalığın içinde inandım sandığım hayatların içinde gerçek salt gerçek olarak sevdim. Bilmedim gerçeğin bu kadar sert ama bu kadar güzel olduğunu. Gerçeğin aslında içinde olmak istediğim tek yer olduğunu. Seni hangi zamanda nerede sevdim, bilmiyorum. Fark ettiğimde dönülmez noktasındaydım. Kaçtım çareymiş gibi. Kaçtıkça sana sürüklendim. Kim olduğunu bildim daha çok sevdim. Çünkü senin isimlerden ötede gördüm ben. Tanıdım. Merhametini tattım. Sevgini gördüm. Gözyaşına şahit oldum. Uğruna istemediğim prangalara razı oldum. Sonra bir an geldi. Kötünün insafına seni bırakamayacağıma karar verdim. Geç kaldım. Çok geç kaldım. Yağız ben seni sevmeye de çok geç kaldım sandım. Tanımamana razıydım. Beni sevmekten vazgeçmenden korktum. Sonra...”
Yağız saçlarını okşadığı kadının yüzünü göremese de ağladığını biliyordu. Bıraktı ağlasın. Acısını akıtsın. Bıraktı konuşamadıklarını konuşsun. Nefeslensin.
“Sonra... Babamın gerçeğiyle yüzleştim. Tıpkı senin yüzleştiğin gibi. Herkesin en yakınının taktığı maskenin sıyrılmasının nasıl acı verdiğini anladım. Özür dilerim. Seni kırdığım için, senden sakladığım için, seni korumak uğruna da olsa, sana olan aşkımdan neredeyse kendimi kurban edecek olsam da benden duymalıydın. Affet.”
Hıçkırıklara boğulan Hazan’ın çenesine uzandı Yağız. Kaldırdı başını. Onca zaman kendi başını eğen aşkın artık başını kaldırması gerektiğini bildiğinden, sevdiği kadının başını dik tutmasının onun aşkının dosdoğru ona çıkmasından duyduğu gururu görsün diye kaldırdı o başı. Baktı aşkının sahibi gözlere. Yüzünde gezdirdi ellerini. Sildi gözyaşlarını. Gülümsedi.
“Parmak mendilliği”,dedi. Hazan’ın gözlerinde beliren yıldızlı ışıltıya baktı. Sonra onu aldı kolları arasına sımsıkı sarıldı.  Hazan’ın kokusuna gömdü burnunu. Boğuk sesiyle ondan ayrılmadan konuşmaya başladı:
“Çok sevdim ben seni, çok. Öyle sevdim ki, kendimden geçtim. Kendime rağmen sevdim. Her şeye rağmen sevdim. Pişman oldum belki, ama seni sevdiğim için değil. En başta, en başında bu şeyin dönüşeceği şeyi anlamama rağmen görmezden geldiğim için. Ona bırakmamalıydım seni. Anlamanı, anlamamızı sağlamalıydım. Aşk affeder mi diye düşündüm. Yeterince aşksa affeder dedim. Seni bulduğum yer, bizi bulduğum yer hep ölüm koktu. Ölüm yaşamla ne kadar bıçak sırtıysa; aşkla nefret o kadar bıçak sırtıymış anladım. Ama ben senden hiç nefret edemedim biliyor musun? Kızdım, kırıldım ama tanımam diyemedim. Çünkü seni tanımamak kendimden vazgeçmekmiş. Beni ben yapana sırtını dönmekmiş. Ailelerimizi gömdük biz seninle. Kalan sadece ikimiziz. Sana kalan ben, bana kalan sen. İkimize kalan Aşk. Arkamı dönmem dönemem. Bu yaşanacak. Yaşanmalı. Bize ne olursa olsun demiştim. Yine diyorum. Hazan nerede biz olabileceksek gidelim. Benimle gelir misin?”
Hazan yek vücut olduğu adamdan ayrılmadan:
“Seninle ölürüm yine de seni bırakmam bundan sonra. Gidilecek yer neresi, hangi havada soluk alacağız ya da almayacak mıyız? Umdumda değil. Sen olduktan sonra tabuta bile girerim, bunu biliyorum. Senin olmadığın bir yerde nefes alamam. Sensiz artık yaşayamam. Gel dediğin yere gelirim.”
“Belki hiçbir şey güllük gülistanlık olmayacak. Belki çok sıkıntı çekeceğiz. Mutlu olduğumuz anlar kadar mutsuz da olacağız belki, bunca acının hayaleti bizi kovalayacak belki. Geceleri çığlık atarak uyanacağız belki. Ailelerimizi affedemeyeceğiz belki. Geçmiş hatalarımızla bazen çizikler atacağız belki birbirimize. Hazan yine de benimle misin?”
Güldü Hazan. Çözüldü sevdiği adamdan. İki eliyle kavradı sevdiği adamın yanaklarını. Alnına düşen perçemi itti. Onu ilk tanıdığı akşam yüzünde bıraktığı bıçak yarasının yerine dokundu. Onun yemyeşil gözlerine bakıp:
“Biz daha önce de yaraladık birbirimizi. Alışığız kendi açtığımız yaraları sağaltmaya. Ne olacak, senden gelecek yaraya da acıya da razıyım ben. Öpersin geçer.”
Yağız uzanıp öptü aşkı kadını:
“Şarkı söyleriz geçer.”dedi.
Hazan:
“Şarkı söyleriz geçer. Biz olduktan sonra.”
  “Biz olduktan sonra...”
Kalktı Yağız yerinden. Kucakladı sevdiği kadını çok zaman önce bayılmışken onu taşıdığı gibi ama kokusuna kendisini bırakarak, onun olduğunu olacağını bilerek geleceğine taşıdı onu.

Hamiş:  Karacaoğlan Elif için asmış sazını salınsın diye. Adına rüzgar denen zaman Elif’in ruhunu ölümsüzlüğe taşısın diye. Salındıkça saz, telleri bağırmış Karaca ve Elif’in aşkını sonsuza. Hikaye ölümsüzlüktür. Aşk onun mührü. Yağız ve Hazan mühürlendi. Rüzgar estikçe de yaşayacaklar. Tüm anlatılmayanlara inat. Hep mutlu olun çocuklar. Biz olduğunuz o yerde.

                                                                                           UmayMasal  
 

3 Haziran 2018 Pazar

Varsayımsaldı Aşkımız, Olduramadık-YağHaz

“Kadın
yakaladı genç adamı
elinden.
Genç adam
Yakaladı kadını belinden.
Bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içine.
Sarktı ayakları gecenin içine.
Işıklı bi deniz dibi gibi
başlarında,sağda solda gece yanıyor.
Ayakları karanlık boşluklara sallanıyor.
Sallanıyor ayakları, sallanıyor ayakları.
Dudakları...
Sevmek mükenmmel iş delikanlım.
Sev bakalım.
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
benden izin sana,
seevvv
sevebildiğin kadar.-N.H.R”
Nefret intikamcıdır.  Artı nefret ne kadar hareketsizse intikam o kadar hareketlidir. Ancak nefret öyle bir duygudur ki hayata hevesle sarılmış kişiyi ele geçirmesi zordur. Öte yandan , yaşamına anlam verecek üretkenliği olmayan, nefreti yatıştırmanın yolunu bulamaz, varlığının tamamını intikam amacıyla tehlikeye sokmaya yatkındır. Bu nedenledir ki ağır ruh hastalarında, kendisine kötülük yapanın cezalandırılması kolayca yaşamın amacı haline gelebilir. Çünkü intikam alınmadığı müddetçe sadece kendisine saygısı değil, benlik ve kimlik duygusu da çökme tehlikesi altındadır. Bunları neden anlatıyorum. Sinan’ın insanlığa sığmayan intikam sürecini tanımlamak için mi? Hayır. Yazan ekibinin bana göre seyirciye nefretinin tabanını çözmek için. Sinan karakteri kötü olma adına o kadar boş, argümansız, gereksiz ki yukarıdaki intikam unsurunun altını dolduracak ne kimliğe ne de kişiliğe sahip. Bu da tamamen yazanların yarattığı bir boşluk. Yağız ve Hazan arasındaki yaşanmamış duygunun her hafta lanetlenmesine ek o kadar sakil duruyor ki bu intikam telaşı Türk dizi tarihinin en kolpa kötüsü olarak yazılacak, tabi yazılacak bir yer bulursa şu an dışında. Zira Kara Sevda’nın Emir’i , bu konuda sanırım en güçlü yazılmış kötülerdendir. Argümanları hastalıklı da olsa inandırıcı, empatiye acık. Oyunculuk anlamında canlandırılma biçimine ise laf eden, taş olur. Kaan Bey açısından tam bir başyapıt. Fazilet Hanım evrenindeki Sinan ise o oranda altı boş. Yarattığı çatışma da bu doğrultuda inandırıcılıktan uzak. Üzgünüm. Farklı olabilir miydi? Olabilirdi. Tercih edilmedi. Hatta bazen bu karakterin sırf seyirciye ayar vermek için yazıldığı kanaatine bile kapılıyorum. Çünkü neden kapılmayayım? Sinan’ın ağzından çıkan her replik buna hizmet etmedi mi finale bir kala bölümünde? Yağız’la konuşmasında her kullandığı kelime sosyal medyayı güya umursamayan yazanlarımızın sosyal medya alıntılarıyla bezeliydi. Komik mi evet çünkü karton karakterde karton repliklerdi. Trajik mi evet zavallığın ve artık tükenmenin inatlaşmanın nişanesiydi. Unutulacak mı? Ben kendi adıma hikayeye ihanet edeni unutmam dedim. Bundan sonra da unutmayacağım. Umarım farkında olan kimse de unutmaz.
Şimdi gelelim YağHaz’a...
Yağız kardeşinin kendisine oynadığı oyunu anladığında ilk aklına gelen Ağva oldu. Hazan’ın orada uğradığı tacizi, taciz diyorum daha başka bir sözcük yok tanımlayan, anımsadı. Hoş keşke minik bir flash back görsedik orda. Mesela kapıdan çıktıklarında Hazan’ı yüz ifadesi gibi. Mesela öfkesi kabarsaydı Yağız’ın bunu düşündükçe arabada. Olmadı mı? Bu da mı olmadı? Yağız Sinan’la olanca sukunetiyle yüzleşmeye çalışırken Sinan’ın sosyla medya argümanlarının arasına sıkıştırılmış aşk itirafına bakalım. Ben “Biz”den kaçtım dedi Yağız. Ağva’da sizi o eve kilitlerken ve sizi barıştırırken “Biz”den kaçtım, dedi. Demek ki Yağız’cım sen sizin “Siz”olduğunuzu Hazan daha bunu bilmezken biliyordun. Aynı Hazan’ın sana bakan şaşkın hali gibi baktım bu itirafa. Yetmedi, senin içindi, dedi Yağız. Her şey kardeşi içindi. Vazgeçişleri, gitmeye kalkması. O zaman Hazan’dan emin olmama durumu çok da “şey” ettiğin bir kavram değil miydi yoksa? Sonra ne dedin, “O yüzüğü onun duygularına, gururuna rağmen ben taktım.” İşte bu en sağlam itiraf ve farkındalık. Ah yavrum niye o zaman bunca farkındalığa kıza geçen hafta o yüzük için vurdun. Yanımda olmadın, olmayacaksın dedin. Konuşalım dediğinde yine yeniden git dedin. Bu yüzük yalan çıkacak dediğinde kardeşimin gerçeği dedin. Sen taktın madem o yüzüğü o kızcağızın parmağına neden duygularını söylemesine bile fırsat vermedin? Unuttum Fazilet Evreninde bir bölüm bir asır. Devamlılık mı? O ne? Sonrasında Hazan’ın oyunun parçası olduğunu öğrenip sebeplerini anlayamayınca kıza geç kaldın dedin. Peşinden gelince de kimseye olamadığın kadar duygusal dinlemeye kalktın, sakladıklarını. Yağız’ın Hazan’a tutunma çabası her ne kadar yazılan hikayede inceliklilikten uzaklaşsa da oyuncular o kadar sindirmiş durumda ki Yağız’la Hazan’ı, o duyguyu gözleriyle mimikleriyle verip açığı kapatıyorlar. Adım adım duygu değişimlerini gözlerinde görebiliyoruz, repliklerdeki boşluğa rağmen. Yağız’ın Hazan’ın ağzından çıkacakları umutla bekleyişi, onu bilinmezden kurtarmasını istemesi, sadece Hazan’ın dürüstlüğüne ihtiyacı olması. Ama yine ikisinin konuşamaması. Defalarca ve defalarca konuşamaması. Bunlar Hazan’ı zorlayacak düğümler. Finale bir kala duygusal açılımı zor düğümler. Keşke... Neyse. Hazan’a gelince son zamanda kendisine biçilen rolün tam ortasında Sinan ve Yağız arasında savrularak bitirdi bölümü. Ne Sinan’ı durdurabildi ne de kendini Yağız’a anlatabildi. Bu kadar güçlü, ailesini bile sırtlayan, hakarete bıçakla cevap verebilecek kadar gözü kara kızı ne ara bu hale getirdiniz? Hazan öyle biriydi ki, gözünü budaktan sakınmazdı. Sinan’a asla güvenmedi ki şu durumda güvensin. Kaybetme pahasına Sinan’a o kozu vermezdi. Ertelemezdi. Ertelemenin mutluluğu ertelemek olduğunu bilirdi. Ertelemenin hikayeyi zamanı ertelemek olduğunu bedeli erteleyemeyeceğini bilirdi. Benim tanıdığım Hazan bunu bilirdi. Bildirmediler. Çünkü intikam en sertinden , en insanlık dışı olanından alınmalıydı. Ne dedi Sinan’ın ağzından Yağız Egemen olmanın bedeli ödenmeliydi. Ödetilmeliydi. Yağız Egemen’i sevmenin bedeli ödetilmeliydi. Hatta öyle ödenmeliydi ki Yağız Egemen bile kalmamalıydı. Bırakılmamalıydı geride. Eski Yunan tragedyalarında olduğu gibi kandırılmalı, bunu anlamalı ama sonra yine kandırılmalı kendi katline o kandırılmayla yürümeliydi. Şaka.. Değil. İnsanların , basının ortasında gerçek kimliğini öğrenen Yağız yazgısıyla karşılaşırken o yazgının taraflarıyla çevrili ama o kadar yabancı ve yalnızdı. Hazım durdurmadı oğlunu, Yasemin dışında kimsenin yüzünde acı görmedik. Hazan’ı tenzi ediyorum. Yağız ailem dediği ve vurduğu her darbeye rağmen kabul görme refleksiyle sineye çektiği acıları gözlerine dola dola kendisiyle yüzleşti. Önce kendisiyle sonra katil olduğunu bildiği, onu ve sevdiği kadını yerin altına gömen annesiyle. Egemenlerin elinde oyuncağa dönen yazgısıyla. Geriye dönüp baktığımızda önce Hazım sonra Sinan’ın elindeki kalemle baştan ve baştan işine geldiği gibi yazdığı yazgıya ek hem Kerime hem Hazan. Tıpkı Yasin için Hazım’a dedikleri gibi. Ailesini, kim olduğunu bilmesine izin verilmemiş, soyadı dışında Egemen olmasının altı doldurulmamış, abi olmasına karar verilmiş, ilk kez aşık olduğu kıza bile yaklaşması abilikle kesilmiş Mehmet Yıldız. Aşk. Ne kadar sağaltırsın ki kendin olma eyleminin elinden alındığını öğrendiğinde. Ne kadar gerçek kalırsın ki Truman Show yaşadığını anladığında. Kaç bölüm sürer acını hazmetmen, kaç zaman? Anlar mısın seni seven kadının bu yük uğruna nelerden vazgeçtiğini mesela? Tanır mısın sana babalık yaptığını söyleyen adamı? Kardeşim diyip uğruna vazgeçtiklerin aklından geçer mi bu kadar aşağılıkça sana vurmuşken o? İntikam, Mehmet Yıldız’ın intikamı Yağız Egemen’i kurtarır mı gerildiği çarmıhtan? Yoksa gider misin? Final olmasa yüksek ihtimalle giderdin. Yine git. Fakat sevdiğini de al git. Hatalarına rağmen onu da al git. Bırak Egemenler kendi pisliklerinde boğulsun. Her biri ayrı hastalıklı takıntılarıyla yollarına devam etsinler. Kuşkusuz 3.sezon olsaydı karanlık bir Yağız izlemek büyük keyif olacaktı. Adım adım oyun kuran olan, her hamlesiyle çok sevdiği ama onu kandıran babasından ilmek ilmek on iki yaşındaki Yağız’ın intikamını alan adam olarak harikalar yaratacaktı ki  bir de aşk ayağı var ki bunun tadından yenmeyecekti.
Yağız’la Hazan aşkının bu kadar varsayılıp bu kadar oldurulmamasının temelinde ne olduğunu merak ediyorum aslında. Yağız ve Hazan “Biz” kelimesini kullanmak dışında “Biz”e dair bir şey yapmamışken adeta taşlandılar bunca zaman. Fazilet’in dediği gibi birbirlerine kor gibi bakmaları dışında, sevgi sözcüğü bile kullanmadılar. Bildiler sadece, gömülürken diğerinin hayatı için kendilerini hiçe sayarken bildiler, aralarındaki çekimden bildiler, acısını kendi acısını unutacak kadar çok hissetmekten bildiler, başkasının dokunuşuna dayanamamaktan bildiler ama söylemediler. Söyleyemediler. Aşk ihaneti aklamazmış. Hikaye. Nazım’ın da dediği gibi, “Sevmek mükenmmel iş delikanlım/ Sev bakalım/Mademki kafanda ışıklı bir gece var/ benden izin sana/seevvv/sevebildiğin kadar. Oldurulmasa da varsayım gibi kalsa da gelmiş geçmiş en güzel çiftler arasına yazıldı adınız Yağız ve Hazan. Varsın yazanınız size ihanet etmiş olsun aldırmayın biz size yepyeni sonlar yazarız. Fazilet evreninden sektirir yeni evrenlerde tutarız. İçi boşaltılan ruhlarınızı alıp kendinizle doldurup yine hikayelere yol aldırırız. Unutmak ne kelime unutturmaya çalışana yine hatırlatırız. Gerçek mi? Gerçeğin hangi gerçek olduğunu, sanalın nerede başladığını kim bilebilir? Hem Anna Karanina’nın yaşamadığını kim söyleyebilir?
Hamiş: Ellerin zamandı. İlk onları tuttum. Bırakmadım. Bırakamazdım ki. Ellerim sana koştu ki benim. Engelleyemedim, engellemedim. Zamanı tuttum ben ellerinde. Biz’li zamanları. Hapsettim. Gidişini görsem de, sarkaç gibi sallandı içimde tik takları avucumun içine hapis serçe parmağın gibi. Nabzım eşlik etti onlara. Sensiz kimsesiz, hissiz, acılı. Gidişini izledim ben gitme demek isterken. Gittin. Avucumda kokun kaldı, geride anılar. Biz seninle tek ruhun iki parçası. Yol ayrımlarına inat birarada kalmalıydık. Bırakmadılar. Sustuk. Ağladık. İlk ben gittim, sonra sen. Ne fark eder? Ben izledim gidişini. Gitme demek isterken hem de. Tutsan elimi yine, bırakmasan. Çıkarsan beni bu hızla dönen zembereğin koşusundan. Varsaymasak artık, varolsak.
                                                                              UmayMasal     

             

27 Mayıs 2018 Pazar

“Ben obsesif değilim, duvarlar yamuk”- YağHaz

Çünkü herkes öldürür sevdiğini...
Avuçta bir parça keder, bir parça farkındalık, biraz da kırıklık. Yağız ve Hazan’ın hikayesi bundan ibaret. Onları sevenler için elbet. Oysa ne güzel olabilirdi aşk aşka teslim olabilseydi gerçeklerin boyunduruğunda kalmış sahteliklere inat kurguda bari sadece aşk kazanan olsaydı. Olmadı, oldurulmadı. Sebepleri beni bağlamaz. Kişiler de. Ben hikayelere bakarım hep öyle yaptım. Hikayenin ruhuna ihaneti de hiç affetmedim. Affetmeyeceğim. Bölüme dair söyleyeceklerim var elbet. Ama önce annelik ve babalıktan dem vuralım.
Babalık özellikle oğulla olan ilişkide çoğu zaman dalgalı bir seyir izler. Sevgisizlik, mutsuzluk, hatta gerilimli. Babayla olan ilişkide acıklı bir pişmanlık ve ulaşamama duygusu vardır. Babanın affına sığınma, ondan onay bekleme, en önemlisi onu affetme duygusu vardır. Babaları yüzünden zorluk yaşayan erkekler ancak babaları yaşlandığında onu anlarlar. Hatta affederler. Niye bunları anlatıyorum? Eğer doğru bir kurgumuz olsaydı ve yazanlar kurguya ihanet etmeseydi Yağız ve Hazım ilişkisinde çıkabilecek dinamik ne olurdu büyüteciyle bakmak için. Mahir Günşıray gibi bir oyuncunun Hazım’a yükleyebileceği anlamlar ve Yağız gibi bir karakterle bu çizgide yaşayacağı çatışmanın aslında altının ne kadar dolu olabileceğini görmek için. Dün akşam izlediğimiz hepi topu üç-üç buçuk dakikalık sahnede istense bazı noktaların nasıl altının çizilebileceği aslında üçgen merkezli çatışmanın miadını çoktan doldurduğunu kendi kalemiyle itiraf etti yazan kişi. Babası gibi olma ya da en azından kendisine anlatılan gibi biri olma telaşındaki Yağız’ın Hazım’ın ona idealize ettiği kendisine öz evlatlarından yakın olması üzerine ne konuşmalar yapılırdı oysa. Sevdiği kadına şiirler okumanın romantizmine kapılan üvey evlat Yağız’dan kadınları meta olarak gören ve bu yönü ne hikmetse bunca bölümdür yüceltilen öz evlat Sinan’a. İlginç di mi? Oysa derdimiz güçlü kadınlar ve onlara saygı duyan erkekleri yüceltmek olmalıydı. Ah tabi dizi bu dizi. Unutmuşum üzgünüm. Ailesi tarafından kabul görme isteğinin hiç karşılanmaması belki Yağız’ın bunca çirkinliği kabullenmesini sağlayan dinamik olarak yeterlidir ama buradaki temel sorun da bana göre şöyle çıkıyor, köprü bitti sona geldik ve buralar çoktan geçilmesi gereken yollar, tamamlanması gereken parçalardı. Kısaca Hazım ve Yağız dinamiği de pek çok şey gibi harcandı, küçücük bir ergenin elinde oyuncak edildi.
“Kusursuzluğu unutun. Her şeyde çatlak vardır ve ışık böyle girer içeri..”, der Leonard Cohen. Biz Fazilet’ten kusursuz olmasını beklemedik hiç. Diziye adını veren karakterimizin çatlaklarından ışık girsin istedik sadece. Hatalar yapsın ama o hataların içinden sadece kızları için doğruyu da bulsun istedik. Böyle olsun ki Fazilet’le empati kurabilelim istedik. Ona kızalım ama onu da sevelim istedik. Mümkün müydü? Mümkündü çünkü Nazan Kesal vardı. Ama o mümkün, mümkün kılınmadı. Annelik kadınlığın her halini barındıran muazzam bir detaydır derler. İdealize edilen ama o oranda yapılan hatalarla öğrenilen. Duygudur annelik, sevgi, kabul ve bir parça yitiriş. Hazan –Ece- Fazilet hattında biz bu anneliği, “Anayım ben ana” repliği dışında sanırım sadece akşamki bölümde gördük. Koca bir kısırdöngüde güya yaptıklarının bedelini ödeyen Fazilet. Ece’nin annesine en çok ihtiyacı olan zamanda kızının yanında olması engellenmiş, kendi oyunlarıyla parmağına takılan yüzük nedeniyle kıvranan Hazan için bir şey yapamayan Fazilet. Yağız’la kızı arasındaki duygular, yaşanmışlıklar karşısında dili tutulan Fazilet. Peki samimi mi bu hamle? Üzgünüm. Kızı ölmek üzereyken canı pahasına o mezardan kızını çıkaran adama bir teşekkürü çok görüp üzerine kızının duygularını bilmesine rağmen paraya oynayan kadına dönüşmeseydi Fazilet belki samimi gelirdi. Mesela deseydi kızına; kızım yanlış bu, bu iki adam birbirini kardeş biliyor, canları yanar,senin de canın yanar, sen ikisinden de uzak dur, ne sen yan ne onlar, belki inanırdım ben Fazilet’in anneliğine. İnanmıyorum artık. Çünkü hayal evreninizi üzerine kurduğunuz Fazilet’i bile boşalttınız itinayla. Kutsama beklemedik ki biz. Biz aklıyla, duygusuyla, hatta defosuyla yaşayan bir kadın olsun dedik Fazilet için. Anne olsun dedik. Hata yapsın ama dönsün dedik. Neden böyle biri olmayı seçti, altı dolsun dedik. Çok şey demişiz. Çok şey beklemişiz. Yapamayacağınız, yazamayacağınız kadar çok şey. Hazan’la Fazilet çatışmasının tıpkı Hazım Yağız çatışmasında öngördüğümüz gibi olması mümkündü. Olmadı, oldurulmadı. O yüzüğü bir gün bile takmaya tahammül edemeyen kızın ruhunu boşalttığınız gibi annesiyle çatışmasının etkisini de yok ettiniz. Bunu neden yaptınız? Evreninizin en boş karakterine uyum göstersinler diye mi? Mümkün. Her şey mümkün.
Sinan’a ilişkin yazacağım bir şey yok. Zira sadece benim fikrim olmayarak söylüyorum, akşam diziyi beraber izlediğim farklı yaşlardaki kişilerin de ifadesi gibi, öyle saçma ki yaptıkları hani sözcüklerle arası iyi olan benim için dahi yetersiz kalıyor lügat. Yağız’ı lanetleme biçimine gelince; siz orda bir aşkı değil kadınlık gururunu da hiç ettiniz bilin diye söylüyorum. Hazan’ı , Yasemin’i hatta sonrasında Nil’i. Siz kadın olma kavramını yok ettiniz. Ahlak üzerinden dimdik Yağız’a çıkması istenen Hazan yolunu bir kaçıştan başka bir şeyin kurtaramayacağı zavallılığa çevirdiniz.  Aslında neden şaşırıyorsam. Haftalardır bunu yapmıyor musunuz? Buz gibi neye yüründüğü belliyken hem de. Hızla Yağhaz aşkının altını boşaltıp başka ufuklara yelken açmak için ortam hazırlıyorsunuz. Sorun, işe yarayacak mı? Göreceğiz.
Gelelim Hazan’a aşkını bile Sinan’ın önünde itiraf ettirdiğiniz Yağız’ın Hazan’la olan sahnesine. Orhan Veli, Vazgeçmek Mümkün Olmasın, şiiriyle Yağız’ın ağzından ruhunu uçururken uçurtma gibi Yağız’la Hazan’ın üstünde o sarılmaydı sanırım bunca sorunun cevabı. Bu saçmalığa neden katlanıyoruzun cevabı, neden YağHaz’ın cevabı. Öyle bütün, öyle gerçek, öyle samimi. Repliklerindeki boşluğa rağmen öyle, biz. Sarılmak dünyanın en romantik şeyidir. Yağız ve Hazan Türk dizi tarihinin en iyi sarılan çifti olarak tarihe geçecek bence. Zira her sarılmaları başka anlam taşıyor. Şu ana kadarki üç sarılmada da ayrı ayrı duyguları ayrı ayrı jestlerle verdiler bize. İlk havaalanında aşkın farkında olmaksızın gitme , kaybetme korkusunu; hastanede iyi olduğunu bilmenin huzuruyla kimseyi görmeden aşık olmayı; ikinci havaalanında aşkın karşılıklılığında ondan vazgeçmenin acısını; bu son sarılmada ise Hazan’ın Yağız’a sahip çıkışına sığınan Yağız’ın aşkla teslim oluşunu. Bedenlerinin duruşuyla bile bu aşkı hissettirirken rönesans tablosu gibi olan bu çiftin hala ısrarla konuşamaması nasıl kanıma dokunuyor. Hazan gibi bir kızın Sinan’ın durmayacağını bile bile artık aşkını yalana kurban etmemesi gerektiğini anlamaması nasıl sıkıntı yaratıyor ruhumda. İnanın izleyen herkes böyle hissediyor. Yağız’ın Hazan’ı ötelemesi, iki hafta önce zerre takmadığı yüzüğü kardeşinin gerçeği görmesi, bir hafta önce çat kapı girdiği odaların kapılarında giremeden dolanması gibi devamlılıktan uzak ve saçma. O yüzüğün ne için o parmakta olduğunu bilmesine rağmen , aşkına büyük bir karşılık aldığını bilmesine rağmen hem de. Bu aşkı bir seni seviyoruma muhtaç bırakan kalemler kırılsın. O ortamda birbirlerine atılmalarını, dertleşmelerini, acılarını bile paylaşmalarını engelleyen zihinler kurusun.  Ne diyim kurguya ihanetiniz kutlu olsun.

Ek sahne.. Bu kısım kurguya olan saygım, gerçeklerinden daha güçlü hikaye kahramanlarına selamımdır.
Yağız- Neden geldin?
Hazan-Senin için, senin yanında olmak için.
Yağız- Parmağındaki o yüzükle yanımda olamazsın, olmadın ki, belki hiç olamayacaksın.
Hazan- Bu yüzük benim prangam biliyorsun. Neden parmağımda biliyorsun. Kalbimdekinin bu olmadığını biliyorsun.
Yağız- Kalbindeki, kalbimizdeki.. Bu yaşadıklarımız, olanlar...
Hazan- Haketmedik, haketmedin. Biz sadece sevdik. Tamam yanlış zamanda anladık ama sevdik.
Yağız- Anladık deme. Ben en doğru zamanda anladım seni sevdiğimi. Sen beni anlamadın.
Hazan- Haklısın. Ben bir hayalin peşinde sürüklenirken gerçeğimin sen olduğunu anlayamadım. Sana bakarken, senin gitmenden korkarken içimde büyüyen şeyin aşk olduğunu anlayamadım.
Yağız- Senden kaçarken sana nasıl tutulduğumu anlatamadım. Senden vazgeçemedikçe senden kaçmak için çabaladıkça nasıl bir batağa girdiğimizi anlatamadım.
Hazan- Güvendiğim ellerinken, aradığımın hep senin gözlerin olduğunu anlayamadım. Öfkemin, nefretimin, güvenimin muhatabı adam ben senin aşk olduğunu doğru zamanda anlayamadım. Bak bedeli. Zincirliyim. Sana gelmekten başka istediğim bir şey yok. Sana sımsıkı sarılıp göğsünde hapsolmaktan başka beklediğim yok.
Yağız- Sensiz sevdim ben. Seninle sevmenin ne olduğunu anlamama yaşamama izin vermediler. Başta kendim izin vermedim. Şimdi burda karşımdasın ve bana senden başka bir şey istemiyorum diyorsun.
Hazan- Küçük bir kız çocuğu gibi evet, sadece seni istiyorum. Her şeye rağmen. Çünkü seni çok seviyorum, çok.
Yağız- Hayatta sadece seni istiyorum, herkesin yoluna gittiği o noktada sadece sen yanımda ol istiyorum. Çünkü seni çok seviyorum.
...........................................
Hamiş: Dünyayı aşk kurtaracak. Öylesine değil ama. Bir gün aşk çekilip gittiği gerçeklikten sekip yaşamaya başladığı kurguda intikamını almayı bırakıp yeryüzüne konacak. O vakit anlayacak insan aşkın ne büyük bir güç olduğunu. Gülümseyecek, dürüstlere. Kalbini, ruhunu başka şeylere satmayanlara, acısını içinde tutup gülümseyecek. Üfleyecek onların ruhuna aşkı. Sonra dünya kurtulacak. Aşka inancıyla direnenlere, bu hikayede en çok Yağhaz fandoma... Herkes öldürür sevdiğini, içi acısa da.
                                                     UmayMasal

     

19 Mayıs 2018 Cumartesi

Kışın Çocuğu (Yağız) –YağHaz

“Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi mavi, yeşil bir şeydi
Seni öpmek nefes gibiydi, yüzyıllık bir yalnızlığın uykusundan uyanmak gibi.”
Söz uçar yazı kalır. Aşk uçar ,acı kalır. Aşkı yırtarak kurtaramazsınız kendinizi ortasında bıraktığı acıdan, mektubu yırtarak kurtarırsınız. Aşk acı gibi, mektup kılığında çok gitti geldi aramızda. Bakış oldu o mektup, zarflandı, pulu yapıştı. Gitti geldi. Söz olmadı. Mektup kalmayınca acıdan da aşktan da kurtulurum sandım.  Çünkü aşkın acısı paylaşılmıyor. En iyisi kendi kendine yaşamak, ıssız, sessiz, tenha, kapalı, mezar gibi. Kapatmak lazım aşkı en dibe. Kutuya koymak, gömmek, belki tabuta tıkmak , üstünü toprakla kapatmak gerek. Bağırmasın içinizde, sussun; acıtsa da duymamak lazım sesini. Zamanı lime lime etmek lazım. Paylaşılan zamanı, her bir parçasını başka kuytuya saklamak lazım. Gitmek belki o acıdan , o aşktan gitmek lazım. Kaçmak lazım, üstüne kapılar kilitlemek. Belki bağırmak lazım içten içten “günlere bakarsın katı katı, üzerine çekersin perde...” perdelemek lazım. Görmesinler, duymasınlar, bilmesinler. Üşümek lazım, donmak. Tabuta tıktığın o sevdanın yaslı kışında donmak lazım. Donsun ki acı azalsın. Soğusun. Varsın hayat donsun, varsın yaşam kalmasın, acı soğusun. Acı buz kessin, hissedilmesin. Hissedilmesin yeter ki, sussun. Gözlerimdeki gözlerin sussun. Yaşayamadığım sen sussun. Her şey ama her şey buz tutsun. Yok olmasın ama koca bir kışın, ömürlük kışın altında uyusun.
Kaçamadım, susamadım. Seni buldum, başka yollara, başka kıtalara saklanmak istedim, saklanamadım. Beni buldun. Biz’i buldun. Gömdüğüm ne varsa çıkarttın, gözlerindeki sözlerle önüme koydun.
Oysa saklandığım çocukluğumla ne rahatmışım. Korkularımı bilerek, kendimi bilerek; bu kadarım diyerek ne kadar belirli ne kadar sağlam ve dengeliymişim. Büyümek ve gerçek kendiniz olmak güç ister demiş, Cummings. Benden büyümem istendiğinde ben güçlü müydüm ki? Bana git dendiğinde içimdeki çocuğun dikenleri kirpi gibi saplandı kalbime. Ben sökemedim ki o dikenleri içimden. Annem oldu o dikenler korktuğum gecelerde , babam oldu battı. Derine, derine battı. Dağladı beni. Acıya alıştırdı, sevgisizliğe alıştırdı. Alıştım ben. Uzaklaştırılmaya alıştım, beklenenleri yapmaya alıştım. Alıştım ben. Şimdi durdum bakıyorum. Hayattaki tek derdi ailesinin parçası olmaya çalışmak olan bana bakıyorum aynada. Kibir maskesinin arkasına saklanan, yalnızlığın kıskacında solumaya çalışan bana bakıyorum. Ipıssız bir adaya dönen ruhuma bakıyorum. Nefesimi kesen korktukça yalnızlıktan sarıldığım kibrime bakıyorum. Nefes, nefes, nefes. Ne zamandır almıyorum ben o nefesi? 12 yaşından beri mi? Yalnızlığın dört duvarıyla çevrelendiğimden beri mi? Kardeş rekabetinin orta yerinde sahiplenici rolünü giydiğimden beri mi? Kendim olmama kendimi bulmama izin verilmediğinden beri mi? Hayat aile, aile hayat çizgisinde zorunda kalarak tutulduğumdan beri mi? İstediğimi yap, sahip çık, ağabeysin sen, Yağız’sın sen, yap. Çözmen gerekeni çöz, anlaman gerekeni anla, yapman gerekeni yap, hissetmen gerekeni hisset. Hisset. Ama gerekeni hisset fazlasına yer yok. Kaç ,daha uzağa kaç. Açma sakın kendini, duvarlarını ör içeri alma. Acılar güç verir acını çek. Gözlerim buzlu bir camın arkasından bakıyordu benim. İçimi soğutmuştum ben.  Duygu yok. Duygu iletişim getirir çünkü, yakınlık kurdurtur, hatta aşık eder. Hatta Aşık eder. Etti. Etti engel olamadım. Sana aşık etti, durduramadım. Direndim. Olmadı.
Seni ilk gördüğümde hangi yalanın parçası olarak karşıma geldiğini bilmeden nefret ettim senden. O yalanın en seven sandığımın ağzından çıktığını bilmeden nefret ettim. Nefretin bir duygu olduğunu hesaplamadan yüzüme açtığın yaraya öfke  duydum. Seni buldum, annemi kaybettim. Paralellik mi? Anneme karşılık sen mi? O gece sana gelmem miydi cezam, annemin kaybında hayat bulan yoksa sen benim yaşayacağım tüm kayıplara karşılık sığınacak bahar mıydın? Bilmedim. Düşünmedim. Bana düşman gibi bakan gözlerinden alamadım gözlerimi sonra. Milan Kundera haklıymış, nefret bizi düşmanlarımıza çok sıkı bağlayarak hapsediyormuş. Ben senin gözlerindeki karanlığa hapsoldukça kılıç gibi kestin nefretimi. Nefretim seni tanıdıkça sevgiye dönüştü. Sevgi nefretle başlıyormuş öğrendim. Sevgiyi önceleyen , neyi istemediğimizi , neyin dışına çıkmak istemediğimizi bilmemizmiş. Nefret keşfetme duygusunu ortaya çıkarıyormuş. Onun dışına çıkmayı kolaylaştırıyormuş. Keşfettim seni.  Bildim. Ben seni bildim. Bildikçe sana tutuldum. Tutuldukça pişman oldum. Pişman oldukça tutuldum. Öğrendiklerimi aldın elimden. Almana izin vermemek için sımsıkı tuttum onları. Bir bakışla ruhumdaki kış yarını bahara döndürmene kapılmamak için kovaladım seni kendimden. Gözlerine değil sözlerine inandım. Yaralarımızın ortaklığından tanıdığım ruhuna değil , küçük kız çocuğu hayallerine inandım. Ruhum yıprandı, duygularım yıprandı, bu günbegün insanı öldürebilecek bir histi. Karanlık. Bıraktım sarsın etrafımı. İzin verdim. İrademle en derine gömdüm seni. Bir mezar kazdım. Annemin yanına. Kalbimin ortasına. Gömdüm seni. Üstüne yazdım bir kar tanesi kayıp gidecek, eriyip yitecek. Susacak içimdeki ses, susacak mektup gibi söze dökülmeden akan gözler. Kapattım gözümü. Sustum. İrade meselesiydi. Özgür irade mi özgürlük mü? Tercih mi zorunluluk mu? İçimdeki sonsuz koşullar zincirine bağlı iradem. Kardeşliğe , babalığa , aileye dayanan iradem. Bana ve yine bana dayanan iradem. Beni eylemsizleştiren iradem. Gömdüm seni. Sevdamı gömdüm. Ta ki biri seni gerçekten o mezara gömene dek. Ben o mezarda seni çıkartırken tırnaklarımla kazıyarak, arkamı kollamadan, hayatı yok sayarak, aslında kalbime gömdüğüm mezardan da çıkarmışım seni. Sevdam senin bedeninde gün yüzüne çıkmış ve ben buna kocaman gülümsemişim aslında. Hayatta olmana, benimle olmana, benim için olmana kaybettirecek olduğu onca şeye rağmen ıssızlığımdan beni kurtaran sana kavuşmaktı beni gülümseten. Sen benim yetim çocukluğumun oyun arkadaşı, sen benim ölümlere dayandığım omzum, vicdanım, imkansızım, bana rağmen aşkım... Keşke dediğim pişmanlığım, iyiki dediğim sığınağım. Kara sevdam, aşkım. Suskunluğum.
Şimdi senin de beni sevdiğini biliyorum. Aramızda duran sırlara rağmen , engellere rağmen seni çok sevdiğimi ve bundan vazgeçemeyeceğimi biliyorum. Öyle sevdim ki seni. Her ilmeği boynuma geçe geçe, öyle bile bile sevdim ki seni ,senin beni sevme ihtimaline tutunmadan; şimdi sen beni seviyorken kaçar mıyım? Senden başkasının kalmadığını göremeyecek kadar kör ve sağır mıyım? Sadece...
Her şeyin bir zamanı var. Seni seviyorum demenin bile bir zamanı var. Şimdi sen o güzel gözlerinle bana bakıp “zaman sessiz bir testeredir” diyorsun biliyorum. Ağır ağır kesecek bizi. Hayır. İzin vermem. Bak Milena’m seni kaybetmekten öye korkuyorum ki, belirsizliğin verdiği o hazza tutunamıyorum artık. Sana, her detaya tutunup parçaları topluyorum.  Seni öptüğümde aldığım hayat nefesi olmadan yaşamam mümkün mü sanıyorsun artık? Sen beni öptüğünde tüm imkansızlığına rağmen uyandığım sevdanın karşılıklı olduğu masala veda eder miyim sanıyorsun? Tökezleyeceğim elbet, savruluyorum, susuyorum. Ben yaşamayı bilmiyorum ki aşkı. Yaşamamam için yapılacakları biliyorum. Seni kazanmak istiyorum. En çok seni seviyorum. Benim kalbim benim acım değil artık, hayata dönmüş ve varolmuş bir bizlik var. Biz. Sadece biz. Sağaltacağın öperek iyi edeceğin yaralarım var, sarılıp kanamasın diye kapatmak istediğim yaraların var. İçimde kalmana, bende kalmana, masumluğunun gerçekler karşısındaki ayakta duruşuna ihtiyacım var. Sana muhtacım. En baştan beri bana koşan ellerine, en baştan beri sana koşan ellerimi tutmana ihtiyacım var. Artık dayanmak ne zor biliyor musun? Sana başkasının parmaklarının dokunmasına katlanmak ne zor? Kalbinin bana ait olduğunu bile bile o prangaya bakmak ne zor? Senden başkası kalmazken, inandığım, öğrendiğim her şey çözülürken mezarda fısıldadığım, mezardan çıkardığım aşkım, sen dile düşerken sabretmek ne zor? Bekliyorum. Elini tutacağım, prangadan seni kurtaracağım anı bekliyorum. İçime içime bağırsam da ben seni çok seviyorum. Varsın dudaklarımı mühürlesinler ben sana gözlerimle koşuyorum. Varsın haketmeyen kabuslar araya girsin tüm düşmanlığıyla, ben burdayım. Elini tutacağım anı bekliyorum. En acı anlarda bile sana gülümsemeyi başaran ruhumla sana hazırlanıyorum. Çoktan parçam olduğunu bile bile sana koşuyorum. Arkamda deli rüzgar. Tamamlanacağımız güne şafak sayıyorum.
Yağız’a sor dediniz. Sordum. Hazan ne ki senin için? Hazan’a neden koşmuyorsun? Onu da kesmedim. Bıraktım konuşsun gönlünce. Araya da girmedim, bölmedim. En son sadece bunları Hazan’a söyle oldu mu dedim.
Bence Yağız...
UmayMasal

  

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Sonbaharın Kızı(Hazan)-YağHaz

“Sen nefes verirdin ben buğusunda ısınırdım...”
Yüreğimin acısı tenimin acısıyla bir oldu. Acıtıcı ve sert. Çok sert bir acı bu. Gözyaşlarımı içine alamıyor. Gözyaşları acıyı dışarı kusar derlerdi oysaki kitaplardaki kadınlar. Bense kendi gözyaşımda boğuluyorum. İçinde yüzdürdüğüm ruhum, gözyaşlarım akarken içime boğuluyor. Sıkıştım. Katılaşıyorum. Elimden bir şey gelmiyor. O beni kristalleştiriyor. İçine alıyor. Bırakıyorum içine alsın diye. İzin veriyorum benden başka bir şey yaratsın diye. Şekil versin beni kendisine katsın. Tüm bunları tek bir nefesle yapsın. Nefes alsın ben onun buğusunda ısınayım. Ben olayım. O nefes,senin nefesin, bana değdiği anda ben yükseldim. Karanlık bir kuyudan çıkardığında beni yükseldim ellerinde. Önce başım sandım o karanlık kuytudaki soluksuzluktan kurtulan. Önce tenim sandım hayata tutunan. Sonra baktın bana “Benimlesin” dedin. Isındım nefesinle bana karışan sende. Okşadın beni, saçlarımı çektin yüzümden. Aslında çıkardın ruhumun üzerindeki karanlıkları. Bana bulaşmış insana dair ilk şeyi, toprağı, silkelerken doğduğumda annemin üzerime bulaştırdığı karamsarlığı aldın üzerimden. Öyle imkansız, öyle uzak, öyle yakın, öyle hafif ve ağır. Sen ömrümde bana ilk göz kırpan ışık, sen ruhumu hafifleten hikaye, sen düşüşlerdeki kalkış, sen kalbime, etime çöken acının merhemi ama yasakların adı, acı, acı, daha çok acı. İmkansızlık bu kadar mı acıydı? Kalsa mıydık o mezarda? Kucak kucağaydık nasılsa. Eski zaman sevdalıları, sorgusuz, sualsiz cezalandırılanlar gibi o mezarda kalsa mıydık?  Uğruna avucumu kanattığım anda anlamadığım için mi bu işkence? Oysa kan değil miydi söz? Eskiden anlaşmalar kanla yazılmaz mıydı? Ben sana fark etmeden orda mı söz vermiştim? Aşk...  Acı yoksa aşk yoktur. Böyle demiştim sana di mi? Şimdi acıdan boğuluyorum. Gidecek yer dönecek köşe bulamıyorum. İnandığım aşk hayalden senin bedenine gerçek olarak inince önceden bulaştırıldığım her batak, dolaştığım her ip beni daha beter boğmaya başladı. Anladım. Boğulmak filan umrumda değilmiş benim aslında. Çocukluğumun mezarı annemin yüreğinden sürgünlüğümden beri boğulmaktaymışım ben. Nefes... Nefesim yokmuş ki benim. Doğarken hapsolduğum sırlardan başlamış benim soluksuzluğum. Seçimler sadece daha dibe itmiş beni. Neyi seçecektim ki? Acıyı bilen  acıyı, hatayı bilen hatayı. Şimdi sen o batağın kıyısında bana elini uzatmışken, parmaklarının ucu bana değerken ben dibe hızla çekiliyorum. Hem de senin için. Olsun. Dibe gidip boğulurum. Nefessizliğe alışığım, nefesimin sen olduğunu biliyorum, sensiz nefes alamıyorum, almıyormuşum. Biliyorum, sen yoksan boğulurum. Olsun. Aşk uzun bir düşüştür. Düşerim. Gidersen düşerim. Bırakırsan düşerim. Oysa ben seninle ölürüm seni bırakmam. Bırakır mısın beni? Gider misin? Oysa ne çok sevmişim seni. Fark etmeden. Nerede başladığını bilmediğim, anladığımda kökleri içimi çoktan sarmalamış olan. Tüm kısıtlanmışlıklarımın sembolü sandığım adam. Senden nefret ettim ben. Bana dayatılan reddettiğim ne varsa giyinip üstüme kabuk gibi , sana geldiğimde sen o kabuktan ibaret sandığında beni, yüzüne açtığım yaradan akan kanmış beni sana mühürleyen. Önlenemez kinimmiş aslında benim sana koşmama neden olan. Nefret aşk kadar güçlü, aşk kadar derin. Ben bir uyumsuzdum. Ben bana dayatılanlara, acılara saklanarak karşı koyarken uyumsuzdum. Biriyle, birileriyle uyumlu olmak istemedim ki. Babam yoktu. Babam gitmişti. Herkes giderdi babam gittiyse. Baba öldüyse herkes ölürdü. Annem yoktu. Sevmedi ki beni. Sevmek varlıktır. Yoktu ki. Yokluk, yoksunluk. Sen sana duyduğum nefretle hayatımın ortasına daldığında , istemediğim bir yakınlığa dönüştün önce. Çünkü nefret ettiğine kayıtsız kalamıyormuş insan. Tıpkı Freud’un dediği gibi nefret, sevgiden yaşlıymış. En az aşk kadar biricikmiş. Şahsiymiş. Öğrendim. Ben kimseden senden ettiğim kadar nefret etmedim. Sana muhtac olduğum kadar kimseye muhtaç olmadım. Muhtaç oldukça, sen benim katıksız nefretime sadece el uzattıkça, öfke büyüttüm sana içimde. O eli tutmak zorunda kaldıkça, bırakıldıkça öfkem bastırdı nefretimi. Bulutlandı duygularım. Göz gözü görmedi. O siste yönümü kaybettim. Ama sana güvendim. Hatta o bulutlanan duygularda tek gerçek vardı. Fark ettiğim sana dair tek duygu. Güvendim sana. Dönüşen nefretimin ilk emaresiydi güvenim. Oysa ben güvenmezdim kimseye. Siste uzanan elini tuttum yürüdüm. Bir baktım bir kapının önündeyim. Sana baktım. Göremedim gözlerini. Ellerin güvendiğim ellerin o kapıyı işaret etti bana. İçeri girdim. Sis dağıldı. Bulutlar gitti. Ama sen yoktun. Yoktun. Yokluğunda öğrendim hiç parçası olmak istemediğim sırları ben. Beni dibe çekecek hikayelerin parçası haline getirildim. Oysa çözmek istediğim tek sır vardı hayatta: Aşk. Olmak istediğim tek cümleydi:Biz. Şimdi dipte aşka , sana düşmüşken ben’in biz’den sakladığı sır var aramızda duran. Avucumda duran sır, seni huzursuz edecek, hayatını karıştıracak korkusuyla saatli bomba gibi gün sayıyor. Ama artık sana olan aşkımla , suç ortaklarımdan kopup ayrılan duygularımla, sırrın yükü omzuma ağır geliyor. Benliğim çatlaklarından sızdırıyor bu sırrı. Çatlıyorum. Parçalanıyorum. Uğruna. Sen beni bırakma diye. Seninle olmasam da nefesin orda olsun diye. Nefesim olan sevdan bana kalsın diye. Çünkü gidersen düşerim. Dibe giderim. Ben annemin Sonbaharı, senin gözlerinin İlkbaharı. Solarım. Hep soluk olan renklerimin hayata tutunuşu gözlerindeki aksini yitirmektense ölürüm. Seninle ölürüm ama seni bırakmam.
Uyumsuzluklarımın uyumlu halisin sen.  Anlamsızlıkların en anlamlı hali. Her seçiş bir vazgeçişmiş. Seni seçmedim ben tüm körlüğümle. Belki öfkemden, belki benim bile varlığını fark etmediğim aşkımın sende karşılığı olmadığını düşünmemden. Öyle ya annem bile sevmemişti beni. Sen neden sevecektin? Tuttuğum ele güvenmedim ben. Tuttuğum elin kalbime sızmasına izin vermedim ben. Verdim sandım. Vermemişim. Kalbimi çoktan avcuna bırakmışım. Sana güvendiğim o an ben ruhumu sana katmışım. Aramızdaki her cümle bizeymiş. Etrafımızda uçuşan her an kimsenin olmadığı bir hikayenin noktalama işaretleriymiş. Öğrendim. Ben sana aşık olmayı öğrendim. Adım adım, yol yol, nefret nefret, güven güven öğrendim. Seni üzmekten korka korka, senin başkasını sevme ihtimalinden darmadağın ola ola, sana başkasının dokunma ihtimalinden yana yana, beni sevme ihtimaline bir papatya kökünde tutuna tutuna. Bazen yok sayan cümlelerine inat, gözlerinde gördüğüm bana kök salarak. Prangalara rağmen, bana dayatılanlara rağmen, karakterine ters bana yaptırılanlara rağmen; kırdığın camlara, parçaladığın duvarlara, en çok da gözlerindeki acıya tutunarak dayanıyorum. Varsınlar yazmasınlar hikayemizi hakettiğince ben seni çok seviyorum.

Hazan Çamkıran’a dedim ki kimse sormuyor sana. Yağız bile. Anlatsana ama Yağız’a anlatır gibi. Nasıl sevdin sen Yağız’ı? Neden sevdin? Hiç ona onu sevdiğini söyleyebildin mi? Sorularıma toptan böyle yanıt verdi. Hiç kesmedim sözünü. Anlattı anlattı. Belki dedi, Yağız da sorar bir gün.
Bence Hazan...

                                                                                                             UmayMasal 

13 Mayıs 2018 Pazar

Aynadaki Aksim- YağHaz

“Ne ikna edici bir intihar biçimidir; şimdi seninle göz göze gelmek...
                                                                                         Sigmund Freud”
Başkasına aşık olmak, kendini onun iradesine teslim etmek ve ona karşı heyecan duymak tehlikelidir.  Günümüzde hızla artan şekilde ilişkilere girmek  kuşkusuz çok daha güvenli ve rahat olmalı. Oysa önemli bir kişiden önemli bir şeyin tutkusunu yüklenmek , duygusal yaşantının merkezinde yer alan hayati bir tehlikedir. Bunu Mitchell şöyle açıklar: “ Sizi gerçek bir kişiyi arzuluyorsam , yalnızca cinsel değil romantik bir yaklaşımın da peşinde isem , başım ciddi derecede belada olabilir.  Nitekim bu büyük beladan kaçış yoktur. ... Sizin beni istemenizi istiyorum. Sizin beni sevmeniz, beni çekici bulmanız ve heyecan verici bulmanız. Böyle olmasını ne kadar istersem isteyeyim, gerçekleştiremem. Çünkü olur da gerçekleştirirsem , istediğim bu olmaz. Beni istemeni istiyorum. Seni beni istemen için zorlar ya da kandırırsam bu sayılmaz.”
Evet sayılmaz. Yukarıdaki aşk tanımında saklı iki adam ve bir kadın var. Kurgu evreninin kurallarına inat Türk dizi tarihinin imkansız çifti olmaya yol alan Hazan ve Yağız , tabiki ortalarında hala duran Sinan. Sayılmayan , zorlayan, intikam almaya çalışan Sinan’ın öncesinde hissettiğini varsaydığı duyguların aşk olmadığının kanıtı bu sözcük: Kandırmak. Yazanı , karakteri doldurmaya çalışanı bu ifadeden haberdar mıdır bilmiyorum. Olsa tutup dün gece izlerken kanımı beynime çıkaran o sahneyi yazarlar mıydı, bilmiyorum. Ancak Sinan sadece Hazan açısından değil kurgu açısından da bir kandırmaca olduğunu gösterdi bölüm boyunca. Çoktan miadını dolduran bir kapışmanın ortasında yaptıklarının bedelini ödemekten uzak, görselin gücünü arkasına almış bir kandırmacayla aşk olmaya en layık hikayenin altını boşaltmaktan başka hiçbir vasfı olmaksızın bağırdı durdu. Onca senenin emeğine, aşktan vazgeçişine, hayat kurtarışına cevaben sadece bencilce üstlenip ilk fırsatta ortaya dökeceği sırla Hazan’ı tehdit ederken hala televizyon ekranında hikaye üretemeyince kadına şiddetle süre çalmaya çalışanlara ek görseller ekledi hafızalarımıza. Saldırganca tüm motivasyonu terk ederim edilmem olan sözde kötümüz gösterişli ama o kadar boş argümanlarıyla hem kadınının kadınlık gururunu elinden alırken hem de kardeşlik nedir kavramına selam çaktı bölüm boyu. Üstlendiği evlatlık yalanını kendi lehine kullanırken süreç içinde Yağız’dan nasıl vazgeçtiğini babasıyla konuşmalarında da açık etti. Onun derdi baştan beri parlak, çalışkan ve tuttuğunu koparan ağabeyiydi. İspatladı. Elinde kanıt yokken bile içten içe bildiği ilgiydi zaten onu Hazan’a çeken. Sevmenin Sinan’ın bildiği bir şey olmadığını da gördük.
Yağız, Mitchell’in dediği gibi sevdiğini sevmesi için zorlamayan, inadına sevmeye devam eden, sevmesini isteyen , kandırmayan bir adam olduğunu yine gösterdi. Yağız kandırmıyor. Yağız Hazan’a bakarken tam da bu yüzden kendi olmaktan çıkıyor. O saçmalığın daniskası haline gelen yüzüğe rağmen Hazan’a artık başkasına ait gibi değil de kendine ait bakıyor. İstediği ama olsun diye zorlamadığı aşk olduğundan beri, Hazan ona aşkla bakmaya başladığından beri Yağız eski Yağız değil. Ancak bir taraftan da sahip çıkmadığını düşündüğümüz aşkı, bir taraftan bir türlü Hazan’ın elini tutmaması üzerine kızgınlık duyduğumuz Yağız aslında nasıl bir adamdı? Hazan’dan uzak durabilir miydi? Hazan’a bakmadan durabilir miydi? Geçen haftaki bölümü yok sayarak burdan devam ediyorum. Bana kalsa aşkın en imkansız ve gerilimli halinde olan Yağız’ın bakışlarındaki aşk, Ağva’daki hali olan kıskançlık ve koruma içgüdüsü tamam ama o sukunet tamam değil. Bu sakinliği karşısındaki kadına dair güvene versem de sanki ara ara kontrolden çıktığını görmek de gerekiyor. Hazan’a temas etmek istediğini ona yakın olmaktan kaçamadığını hissetmek gerekiyor. Sevgili değilken daha sevgili olan YağHaz’ı sevgiliyken en azından acı paylaşmak için birlikte görmek gerekiyor. Dokunmak istiyorum ama dokunamıyorum demek bu denli zor mu? Seviyorum ama bekliyorum demek bu kadar mı imkansız? Kelimeleri babasına tükendi Yağız’ın Hazan’a değil. Kendi baharı olan Sonbahar Kıza bakarken yeşeren gözlerinden sevda akarken neden Hazan’a uzun uzun bakamıyor Yağız? Aynı çatı altında iki kelime olsun konuşup yanındayım diyemiyor iki aşıktan biri diğerine. Ayrılık sevdaya dair çünkü ayrılanlar hala sevgili... Biliyoruz ancak kavuşmadan ayrılığa mahkum edilen Yağız ve Hazan’ın kelimelerini de ellerinden almanıza içerliyoruz.
Kovanım yağma olsun... Hazan içine girdiği kovandan-yalıdan- çıkmaya bile çalışmıyor artık. Kendi annesinin kilidini asarak odaya kapattığı Rapunzel’imiz prensini sessizce beklerken aşk ve ısdırabın coğrafyasında cadıların sırları, cinayetleri, kötü adamların tacizleriyle uğraşıyor. İdealindeki erkeğin hayallerden değil gerçeklerden oluştuğunu, bir zamanlar sevdi sandığı hayalin hayal bile değil koca bir egosantrizm içeren kabus olduğuna ayılmış esaretinin bitişini bekliyor. Hazan’ın prangası o yüzük. Prangayı takan ise annesi. Hazan için annesi her adımda silikleşiyor. Yağız’ın babasıyla tükettiklerine ek Hazan da annesiyle duygularını, anne-kızlık bağını tüketiyor. Hazan’ın dünyası aşkın savuruculuğu ile darma duman olurken tüm coşkusuyla da gözlerinde devriye bekliyor aslında. Yağız’a her baktığında onu her gördüğünde boğazına oturan yumru koşmak isteyip gidemeyen, konuşmak isteyip konuşturulmayan her esir gibi özgürlüğüne bakar gibi devriye geziyor gözlerinde. Çünkü gerçek aşk her şeyin feda edilmesi tehditini içinde taşır. Mevcut varoluşları hızla tüketerek kendi varoluşunu yaratır. Kurguya ters tüm entrikalara rağmen görmek istediğini gören göz olan bizimki Hazan’a bakarken bunları görüyor demek ki.
Son olarak baştan beri aynalara bakan ama aşklarının karşılığının olduğunu anlayınca aynaları bırakan YağHaz’ın “Kalp ve Göz” hikayesine.  Aşk sevdiklerimizin yüzüne tuttuğumuz bir ayna olabilir. Ama Romantik aşkta aynayı sık sık sevdiğimizin yüzüne değil kendi yüzümüze tutarız. Yağız da Hazan  da aynaya bakarken aşık oldukları insanları görmek için kendi gözlerine bakıyordu. Çünkü onu görebilecekleri tek yasaksız yer kendi gözleriydi. Karşılık alma umudu olmayan sevdalarında ne zaman tüm olmazlara inat o karşılığı gördüler artık aynaya ihtiyaçları kalmadı. Çünkü artık ayna karşılarındaydı. Ağır başlı, unutulmayan bir sanat gibi aşk ağır ağır çileyle öğretiyor kendisini.
Hikayenin gidişine göre sezon finaline, reytinglere göre finale giderken tüm bilinmezlerin ortasında kurgu kuralları alt üst olmuşken, bazı karakterler ömrünü bitirmiş hala top koştururken Aytmatov’un “Hiç mi aşk acısı çektiren yok aramızda” sözüne inat Yağız ve Hazan’ın acısına tüm hayal evrenine rağmen oyuncuların bedenlerinde ruh bulmuş gerçekliğnde eşlik edip acı çekiyoruz. Cellat olmayı seçmiş kadınların elinde iki aşığın ruhuna ruhuna batan hançerler en ufak nefeslenmemize izin vermiyor. Oysa ne güzel şeysiniz siz Yağız Hazan. Senden nefret ediyorumdan , seni seviyorum ama sana neye gelen , sonra ise seni seviyorumu bir türlü aşık olduğuna söyleyemeyen YağHaz siz ne güzel şeysiniz. Tüm bunları aşabileceğimizi göster demesini umduğumuz esas kızımıza,  birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık ama her şeyi olduk diye cevap vermesini umduğumuz esas oğlanımıza kadar siz ne güzel şeydiniz Yağhaz... Harcandınız : ( dilerim dönersiniz hiç olmadığı kadar özgün hiç olmadığı kadar aşkla ve birlikte.
                                                                                        UmayMasal