Daha önce hiç film eleştirisi
yazmadım. Aslında şu ana kadar yazdığım eleştiriler de tamamen hikâye içindeki
aşka takılıp gitmek üzerineydi. Anlamını çözmeye çalıştım hikayelerin. Varsa
alt metnini anlatmaya çalıştım. Hepsini de kendimce yaptım. Ama dediğim gibi
daha çok hikâyeye attım çengelimi bendeki iziyle yorumladım. Sebeb-i girizgâh
Sibel. Bu konuda profesyonel değilim. Kamera açılarından ya da renk skalasından
bahsedemeyeceğim. Ben bildiğim yerden, izlemeyenler için çok da ön bilgi
vermeden Sibel’in bende bıraktığı ize odaklanmaya gayret edeceğim.
Beyaz perdede son yıllarda büyük
bütçeli kahraman filmleri izliyoruz. Dünyayı kurtaran kahramanlar arasında
kadınları görmek cinsiyet eşitsizliğinin farklı dalga boylarında da olsa her
topluma yayıldığı dünyada bizi belki de gülümseten, bir anlığına da olsa
rahatlatan bir şey. Oysa biliyoruz. Toplum hayatı içinde sağ kalmanın, kadın
olarak yaşamanın, bu hayat benim demenin başlı başına bir kahramanlık olduğunu
çok net biliyoruz. Metropol kadınları bundan bir on sene önce viyadüklerden
atılan kırsal genç kızlarına göre kendisini şanslı sayarken şimdi durduğumuz
yerde aslında hepimizin yaş, meslek, şehir fark etmeksizin tehlikede olduğunu
biliyoruz. Çünkü kadın olmanın, hele hele başkaldırmaya kalktığında toplum
tarafından hatta bizzat hemcinsleri tarafından cezalandırılma sebebi
olabileceğini acı da olsa öğrendik. Peki bu noktada ne yapacağız? Tabi ki geri
çekilmeyeceğiz. Ataerkil düzen içinde varlığımızın varlık sebebi olduğunu
anlatmayı başaracağız. Bölge, sınıf, yaş, inanç fark etmeksizin yapacağız bunu.
Direnmek ve yapmak zorundayız.
Sibel’e gelince; gerçek bir
kahramanın hikayesi Sibel. Sadece ıslık diliyle konuşmasıyla kadın olarak değil
bütünüyle toplumun dışladığı bir kimlik aslında. Ötelenmenin, sevilmemenin, dışlanmanın
tüm şiddetini ruhunda hissediyor. Farklılığın can yakıcılığı, ait olmak
istediği topluluğun onu kabul etmemek için direnmesi tüm bunların ortasında
belki kendisine benzettiği Ali ile oluşan bağı. Hikâyeyi anlatmak istemiyorum.
Ama Sibel’in dönüşümü, dönüşürken o toplumun kesif karanlığında açmayı başardığı delik o kadar değerli ki. Tek
başına verilen mücadelenin eğer kendini keşfetmeyi başarabilirsen en değerlisi
olduğuna dair bir anlatı. Masal. Başta bir kurdun peşine düşüp kahraman olmayı
hesaplayan Sibel’in toplumun korkularını ve değer yargılarını yakıp yıkması,
babası ve kız kardeşinin onu yalnız bırakmasına rağmen ayakta kalışı ardından
ayağa kalkışı. Daha önce yaşanmış kaderleri tersine çevirip kendi kaderinin
iplerini başkalarına vermeyişi. Yemyeşil Karadeniz’de umudu aşka, başkalarına,
topluma hatta aileye bile bağlamayan bir film Sibel. İnsanın umudunun
kendisinde, kendi gücünde olduğunu hatta o gücün değiştirme becerisine
odaklanan bir hikâye. Sen değiş ki
toplum değişsin.
Oyunculuk konusunda belki teknik
anlamda yorum yapamam ama ben izlerken oyuncuyu inanıyorsam o kişi olduğuna ikna
oluyorsam başarılıdır argümanı üzerinden yürümek sanırım bir seyirci olarak
hakkım. Filmdeki her oyuncu ayrı ayrı çok başarılı. Beni Sibel evrenine tek tek
ikna ettiler ama Damla Sönmez performansı dışında Emin Gürsoy’u çok sevdim. Duygusu,
sükûneti, korkusu her şeyi ile derinden hissettirdi bana babalığı. Gösterişsizliği
bu kadar etkileyici yansıtmak bence beceri. Damla Sönmez’e gelince… Sibel
sadece sen olabilirmişsin gibi hissettim Damla Sönmez. Bilemiyorum bir oyuncu
yaptığı işi ne şekilde değerlendirir ama bence en büyük paye bu. Senden başkası
Sibel’i bize anlatamazmış hissini vermek. İnadı, korkusu, sevgisi,
korkusuzluğu, yabaniliği, şefkate olan ihtiyacı en çok da ayrıksılığı. Tam bir
performans oyuncusu olduğunu göstermişsin yine. Sibel’e inancın her hücrene
işlemiş. Deniz Seviyesi’nde de çok sevmiştim ama Sibel anlatılmaz bir
kompozisyon olmuş. Almışsın eline fırçayı her hücresine kadar ruhunla
doldurmuşsun karakteri. Ne denir? Bizde emek her şeyden değerli. Bu nedenle
emeklerine sağlık, ömrüne bereket. Başarıların katlansın Minik Kaplan 😊
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder