“Zaman” demiş kadın. “Zaman, diye
bir şey var.” Başını sallamış adam. Kırıkmış kadın. Zamanın onların aleyhine
akan kısmına. Oysa hayal etmişmiş kadın. İmkansızlıklarına rağmen bir arada
olabileceklerine inandırmış çünkü adam onu. O da hayal etmiş. O hayale tutunmuş
hayatta yapayalnız kalmışlığında. Adam aşkıymış, adam ailesiymiş, adam umudu,
adam masalıymış. Adam kaybolmuş, aşkı kaybolmuş, ailesi kaybolmuş, umudu
kaybolmuş, masalı kaybolmuş. Onca kaybolana tahammül etmek zormuş. O da kayıplara
kendisini eklemiş. Kendini kaybetmeye karar vermiş. Uykuya bırakmış içindeki kimliği.
Unutma nehrine bırakmış onu. Ölse bile
umurunda değilmiş de işte hayatta kalması için bir sebebi varmış. Kızı. Nehirden
geçince başka bir kimlik yaratmış. Kendisine en uzak yerden. Aslında hiç
olmadığı ruhlardan birini seçmiş. Çünkü o zaten ruhları bilirmiş. Başka türlü
hem hayatta kalıp hem de içindeki aşık kadını öldüremezmiş ki. Şimdi adam
gittiği yerden dönmüş ona bakıyormuş. Elini uzatmış tutmasını bekliyormuş. Kadın
ise içinde bir yerde bağıran o aşık kadını susturup gitmek istiyormuş. Çünkü o
eli tutmuş daha önce. Hangi zamanda olduğunu hatırlamadığı bir yerde. Masal prensesi
olduğu bir yerde. Tutmuş ve gitmiş onunla. Sadece aşk için, aşkla. Canının yanacağını
bile bile yürümüşmüş onunla yolu. Sonra adam ormanın en karanlık yerinde
bırakmış gitmişken Prenses karnında bebeği ile zebanilerin ortasında kalmışmış.
Beklemiş adamı ama adam gelmemiş. Öldü sanmış bazen. Ölmese gelirdi demiş kendi
kendine. Cehennemin ortasında bir koza örmüş kızına ve kendisine. Yangının kızına
ulaşmasını engelleyen. Kendi kanatları tutuşsa da önemsemeden korumaktaymış
kızını. Şimdi adam karşısında, ölmemişken, gözleri ona aşkla bakarken, hala
severken ama daha önce gelmemişken, kalbi paramparçayken, bedenindeki yanıklarla
nasıl gitsinmiş onunla? Kızını bildiği kozadan çıkarıp zebanilere rağmen,
korkularına rağmen nasıl hadi diyebilsinmiş ki ona. Aşk, kalbini, bedenini,
ruhunu paramparça etmişken o hangi parçaya tutunup içinde çığlık atan o aşık
kadının istediğine tamam diyebilsinmiş ki?
Adamsa sevgilerden, öfkelerden
geçip geldiği hayatında ölümün ilmiğinde asılı hayatında en vazgeçtiği anda
gözlerine tutunduğu kadına bakıyormuş yine. Onun başkalaştığını söyleyen ama
aslında ona hala aşkla bakan gözlerine. O gözlerde hep kendini görmeye
alışıkmış adam. Kendi acısında ortak olan, onu sarıp sarmalayan, iyileştiren
gözler. Şimdi o gözlerde daha önce görmediği acılar varmış. Elini her
uzattığında tutan, canının parçası kadın ona öfkeyle bakıyormuş artık. Anlamamış
önce, sırtına saplanan her bıçağı affetmeye alışkın adam. Sonra anlamış ki
artık karşısında kendi prensesi yok. Var ama yok. Miş’li geçmiş zamanlar gibi
bir görünüp bir kayboluyor onun aşık olduğu kadın karşısında. Anlamış adam. Korkunun,
acının bilediği kadının ruhunda gölgeye dönen “O” nu bulması gerektiğini. Kızının
adında saklı kendi masallarını, masalının prensesini yeniden bulabilmek için o
karanlık kuyuya dalması gerektiğini. Tıpkı onun böcekleştirilirken hapsedildiği
karanlık kuyu gibi bir karanlığın aşık olduğu kadını sarıp sarmaladığını. Adam biliyormuş
kadının bilmezden geldiğini. Çünkü onu onca zamana inat öptüğünde, en derininde
hissetmiş yine ölümle yaşamın yer değiştiğini ruhunda. Bunu yapabilen tek
kadınmış o. Dudakları onun dudaklarına her dokunduğunda yaşamı ona hediye
edebilen tek kadınmış o. Yine yeniden yapabildiyse bunu, öfkesine, kırgınlığına
ve ötelediği kendiliğine rağmen adam nasıl inansınmış sevilmediğine. İzin vermiş
gitmesine ama aslında vermemiş. Çünkü artık ikisine ait başka bir masala başlama
zamanıymış.
Tekrar merhaba sevgili okur. Nereden
başlayıp ne yazayım bilmediğim bir yerde durdum uzun süre. Sonra dedim
bırakayım gitsin sözcükler. Madem bu hikâyenin anlatıcısı acıyla, korkuyla, mantıksızlıklarla
kurban ediyor bu aşkın masalını bırakayım, istediği yerden gitsin sözcükler. Yamaç
ve Efsun dışında kimsenin ruhundaki acının trajediye dönmediği, aşkın bedeli
olduğundan emin olduğum işkencelere ek kayboluşun gözyaşında öylece bakıyorum hikâyeye.
Efsun’u anlamaya çalışıyorum, anlıyorum ama bir yandan da diyorum ne olursa
olsun kızını o insanlarla nasıl bir arada tutmayı göze alırsın? Yamaç’ı anlamaya
çalışıyorum, anlıyorum ama bir yandan güçlü dediğin kadının, tacize, tecavüze
uğrayıp uğramadığını bilmeden, ne yaşıyor acaba diye emin olmadan iki gün daha
dayanır nasıl dersin. Sonra duruyorum. Bunlar Efsun ve Yamaç değil ki diyorum. Senarist
çoktan ihanet etti kendi karakterlerine. Sevdiği kadının başka bir adamla kahve
içmesine tahammül edemeyen Yamaç mı kızını, aşkını öylece bırakacak da Çukur
derdine düşüp savaş ilanı yapacak? Neden önce o dediği olayı çözmeye
odaklanmadı da elleri bağlı, içi rahat çıkabildi sokaklara? Efsun, ya o, kimlere
kimlere kafa tutan Efsun, kendisinden geçti de kızını o adama yakın tutmayı
nasıl göze aldı? O kız biraz büyüdüğünden başına gelecekler, gelebileceklerin
farkında değil mi ki de, Yamaç’a uzak dur diyerek zarar verme diyebiliyor? Ben artık senaristin
ne yaptığını bildiğini de derdinin hikâye bütünü de olduğuna inancımı yitirdim.
Hatta ben bu senariste inancımı yitirdim. Çünkü yazamıyor. Elinde patlamış
kimsenin ilgisini çekmeyen bir amca hikayesi, paralel diye diye bu saate kadar
doldurma sahnelerle getirdiği bir süreç var. Sağlam diyebileceği tek kale var. O
da Efsun ve Yamaç. Haftalardır cinsiyetçi diliyle kadını aşağılama üzerine
kurduğu dram sağma şablonundan çıkamıyor çünkü oradan çıkarsa Yamaç’a ailesini
verirse elinde hiçbir şey kalmayacak. Üretecek çatışması yok. Korkuyor. Çünkü yazamıyor.
Başından beri kopyala yapıştır getirdiği hikâyede kendi korkuları, cinsiyetçi
dili, üretemeyen hayal gücü ile kaldı. Mesele pavyona tıktığı Efsun üzerinden
kadın dramı yapmak. Ama bu bir yüzyıl önce yapılıyordu zaten. Mesele ne? Mesele
hayal edebilme becerisi. O da sizde yok beyefendi. Efsun’u oradan çıkarıp Yamaç’a ailesini
verip çıkartsana savaşı. Yapamazsın. Beceremezsin ki. Çünkü kimsenin umru değil o leş Çukur’a ne
olduğu farkındasın. Kimse ilgilenmiyor. Kimse amcanın derdinde filan değil. Tam
da bu yüzden sen karakterlerine ihanet edip kolaycılığı seçiyorsun. Eeee tam da
bu yüzden asla sanatla yan yana anılmayacaksın eminim. Anılma da zaten. Sanat kolayı sevmez çünkü.
Kopyalamayı zaten sevmez. Neyse…
Geri sayıma giderken EfYam için
tek teşekkürüm Damla Sönmez ile Aras Bulut İynemli’ye. İzliyorsam, takip
ediyorsam sebebi sizsiniz. Başka da bir şey yok zaten. Dilerim gerçekten
yazabilen, hayal edebilen, kendi hikayesine ihanet etmeyen bir öykücünün
yazdığı hikâyede sizleri izleme fırsatımız olur. Çünkü sizin için kullanacağım tek
ifade: MUHTEŞEMSİNİZ.
Hamiş: Efsuncum Kentçim bu sana;
Eskiden cadı dediler kadınlara. Çünkü
kadının dişi gücü erkeği korkuttu hep. Kybele vardı. Umay vardı. İsis vardı. Hepsi
evvel zamanların tanrıçalarıydı ama aslında dişi güçleriydi. Bereketti onlar,
doğaydı, yaşamdı. Ölümden yaşam yaratırdı onlar. Aslında hepsi cadıydı. Hepimize
bahşedilen o ölümden yaşam yaratma becerisinin ana kaynaklarıydı. Sen bu
hikayelerin parçasıydın. Yamaç’a yaşamı verdin. Umay gibi. Yamaç’ı ölümden
korudun İsis gibi. Sen Yamaç’a yeni bir başlangıç verdin Kybele gibi. Ama sen
biri yazık ki kadın olan iki eril dili geçemedin. Olsun. Biz seni saklıyoruz
bir yerlerde. Belki bir gün…
UmayMasal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder