10 Şubat 2017 Cuma

Bir Şarkısın Sen Aşk , Hayat Olduğunca Sürecek..

Şubatın kırmızısı düşmüş her yere. Aşk hayatın karanlık dehlizlerine mahkumiyetinden boy vermeye çalışırken gülümsüyor kurgu karakterlerin kurgu ruhlarında. Ne tuhaf hayattaki karşılıklar hafifledikçe sanki parlamaya, imkansıza yol almaya talip bize anlatılan hikayeler. Gerçeklikte aşk nerede ve kimde? Toprakta mı, gökte mi? Sanırım daha çok şarkılarda ve dizilerde bu aralar... Aşk kaç büyümden, aşk dön ölümden,aşk bir sebepten gel gir dünyama...
Farketmeden AsAt
Susamış suların akışı gibi, çaresiz gözlerin bakışı gibiydi Aslı. Kapının ansızın çalışı gibi Ateş girmişti kalbinden içeri. Akrebin Ateş’e yanışı gibi yanmaya başlamıştı için için. Başkasına olan sevgisinin bedellerindeki Ateş’e aşkında beklentiden vazgeçip uzaktan Ateş’in yanında ,kendisine cevapsız sorular sordu sürekli. Ateş ise kaybolup giderken hayatı fırtınalarda Aslı’da gönlünce bir ada bulmuştu. O ada onu sarıp sarmalarken farketmeden Aslı’nın oluvermişti. Aşkları güneşin gölgede kalışı gibi gizli saklı büyürken uykunun düşlere dalışı gibi birbirlerinden saklanırken birden kalplerin yaşamasına sebep nabzına dönüştü işte. Aşk farketmeden birini birine ait kılardı.
Nefes Bile Almadan HayMur
Kelebek kadar olan ömrü bilirdi Murat.  Sevmenin lazım olduğunu bilse de güvenemezdi. Kaybedecek neyi vardı ki kaybetmişti sevmeye dair olan her şeyi. Hayat’la karşılaştı. Orda anladı ki aşk için ne gerekiyorsa onda vardı. Anladığı an nefes bile almadan sevdi. Murat’ı tanıdıkça sarmaşıklar gibi sardı Hayat’ın kalbini Murat’a dair aşkı. Değiştirdi Hayat’ı bu sevda kanını değiştirdi, koydu zehrini. Düşündükçe daha çok sevdiler birbirlerini. Gitgide sarhoş oldular birbirlerine. Ruhlarını kaybetmiş gibi sadece birbirleri için yaşamaya başladılar. Nefes bile almadan birbirlerine dair oldular. Aşk birbirinin nefesi olmaktı çünkü.
Zaferlerim Hileon
Bir hücrede Hilal yasladı yüzünü Leon’un göğsüne. Belki henüz dalmıştı uykuya ya da dalmamıştı. O hücrede başladı aşkı Leon’un. Sonra şafak söker gibi güneşin saçlarındaki renklerini gördü Hilal’in. Paramparça hissettiği hayatında, parçalanmışlıklarda Leon belki ilk defa bir bütün oldu kim bilir. Hilal imkansızlıklar içinde vatan sevgisiyle dolu kalbinde imkansız biçimde karşılaştı Leon’la.  Şimdi o aşk, Hileon için yok olup gitseler de, sonlarını görseler de, ölümü tatsalar da yenilmeden, yitip gitseler de, sonlarını bilseler de asla düşmeden kazanılacak bir zafer. Zaferlerin en büyüğü değil mi aşk?
Ne Güzel Güldün SuKel

Durup dururken yanına yanıbaşına gelen bir aşktı Kelebek için Su. Su başlarda Kelebek’in sözlerini anlamsız bulsa da tüm karmaşalarda Kelebek her unutuluşta Su’ya hak verirken aşkın aceleye gelmeyeceğini bilirken büyüdü aşk. Su bazen yalandan bazen gerçek güldü Kelebek’e. Yalandan da olsa Kelebek için hep güzel güldü. Ayrı dünyalardandı ikisi. Tanışmak zordu anlaşmak daha zor. Çok kısa zamanda ve belki koşulların zoruyla iyi anlaştılar. Kelebek Su gitse bile, gelmese bile  iyi olsun ;ama daha çok onu unutmasın istedi. Su gitmedi. Sonra gerçekten hiç yalansız güldü Kelebek’e. Kelebek’in ona baştan beri güzel güldüğünü bilerek hem de. Aşk güzel gülmekti.
                                                                                          UmayMasal

And Then There Were None

And Then There Were None
http://www.impawards.com/tv/posters/med_and_then_there_were_none.jpg
2u8ugp2   Bu sefer sizler için Agatha Christie’nin tüm zamanların en fazla satan polisiye romanı ve yine tüm zamanların en fazla satan 7. Romanı olan ‘’On Küçük Zenci’’ adlı romanından, 2015’in son günlerinde yayınlanan BBC uyarlaması, 3 bölümlük bir mini dizi olan ‘’And Then There Were None’’ ı ele aldık.
  Daha önce, tiyatrodan televizyona, radyodan beyazperdeye birçok kez uyarlanmış bir roman olan bu eserin, Agatha Christie’nin 125. Doğum gününü, BBC şahane bir mini dizi ile kutladı.
  Dizi birbirini tanımayan 10 kişinin, U.N. Owen adlı kimseden iş mektubu yada davet mektubu alarak ‘Soldier’ adasına davet edilmesiyle başlar. (Kitap ilk yayınlandığında, çocuk tekerlemesi olan ‘On Küçük Zenci’ adıyla yayınlanır ancak tepki alması sonunda ‘‘On Küçük Asker’’ daha sonralarıda ‘‘And Then There Were None –Ve Kimse Kalmadı-‘’ adıyla tekrar basılır.)  Soldier adası yerleşim yerine uzak ve ulaşımın zor olduğu bir adadır. Herkes adaya ulaştığında tekeksik ev sahipleridir, kendileri daha ortalarda olmadıkları gibi çıkmaya da pek niyetleri yoktur. Hava şartlarında kötüleşmesiylebirlikte, 10 küçük asker –misafir- bir nevi adada mahsur kalır. Daha ilk geceden bir cinayet işlenir ve olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlar. ( Bu arada ufak ama bir o kadar da çok önemli bir ayrıntı, her misafirin odasında ’10 Küçük asker tekerlemesi ve yemek masasında da on tane asker simgeleyen heykelcikler bulunmaktadır.)

and.then.there.were.none.s01e01.hdtv.x264-river.mp4_snapshot_10.15_[2015.12.27_09.58.51]    On küçük asker yemeğe gitti,
    Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz,
    Dokuz küçük asker geç yattı,
    Sabah Biri uyanamadı, kaldı sekiz,
    Sekiz küçük asker Devon’u gezdi,
    Biri geri dönmedi. Kaldı yedi,
    Yedi küçük asker odun kırdı
    Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı,
    Altı küçük asker bal aradı,
    Birini arı soktu. Kaldı beş,
    Beş küçük asker mahkemeye gitti,
                                                                                        Biri tutuklandı. Kaldı dört,
                                                                                        Dört küçük asker yüzmeye gitti,
                                                                                        Birini balık yuttu. Kaldı üç,
                                                                                        Üç küçük asker ormana gitti,
                                                                                        Birini ayı kaptı. Kaldı iki,
                                                                                        İki küçük asker güneşte oturdu,
                                                                                        Birini güneş çarptı. Kaldı bir asker.
                                                                                        Bir küçük asker yapayalnız kaldı.
                                                                                        Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.
  

İlk cinayetin işlenmesinden sonra 10 askerimizin birbirlerini suçlamaları ile yavaş yavaş çözülmeye başlayan konu bir başka cinayetin gelmesiyle hem misafirleri hem de izleyenleri oldukça heyecanlandırıyor. Tüm bu olanların yanında işlenen birtakım cinayetlerin masadaki heykelcikler ve tekerlemeyle olan ilgisini öğrenince şaşırıp kalıyoruz. Bundan sonrası dizinin gidişatı için ‘spoiler’ olabileceği için burada kesip dizi hakkında ufak bir değerlendirme ile yazımı bitiriyorum.

   Toplam 3 bölüm olan ve her bölümü ortalama 55 dakika süren, tipik bir ‘’oda tipi’’ve ‘’katil kim’’ polisiyesi olmasına karşın işleniş biçimi ve çekimleriyle oldukça ilgi uyandırıcı bir yapım olmuş. Karakterlerin itirafları sonucunda onların geçmişleriyle ilgili bilgileri öğrenip acaba katilin kim olduğunu tahmin etme konusunda izleyiciyi oldukça zorlayan bir dizi. Ayrıca daha önce kitabını okuduysanız bile, sadece ekran uyarlamasını görmek için bile izleyin çünkü, kitabına sadık kalınmadan yapılan çoğu kötü uyarlamanın aksine kitabın da üstüne katarak iyi bir biçimde ekrana uyarlanmış. Zaten hiç okumadıysanız veya katilin kim olduğunu herhangi bir yerde okumadıysanız size şiddetle tavsiye ediyorum.

Little Grey Cell
maxresdefault







8 Şubat 2017 Çarşamba

Toygar Işıklı- Unutulmaz Dizilerin Ruhu


‘Müzik, başka bir seyyaredir.’ Daudet
Tutku, mutluluk, acı, yalnızlık, aşk, hüzün… Hepsini ve daha fazlasını kapsayan melodiler… Ortalama 3 dakikalık, diyardan diyara seyahat ederiz kulaklarımıza dolunca. Gerçekten de ruhun gıdasıdır. Onsuz bir hayat ya da onu keşfedememek nasıl olur, bilemem. Yaşamımızın her anında olan müzik, anlama daha da anlam katar varlığıyla.
Düşünün... İzlediğiniz bir sahne bile müziğin sesini açarsanız bambaşka görünür gözlerinize; hissettikleriniz yoğunlaşır, etkisi daha da artar üstünüzde. İşte tam da bu duygulardan yola çıkarsak ki konumuz: Her akşam vazgeçilmezimiz olan dizilerde yer alan müzikler ve özelinde ise bu işe yıllardan beri gönül vermiş olan Toygar Işıklı…
Bu doğrultuda ilk olarak şunu diyebiliriz ki; dizileri izlememiz, sevmemiz için kendimize göre bir çok neden bulunmakta. Oyuncu performansları, dizinin içine çeken hikayesi, dizi çiftinin çok sevilmesi gibi… Bunların yanında müzik unsurunun da azımsanmayacak etkisi olduğunu düşünmekteyim. Müzik seçimi, sahneye verdiği duygu bambaşka bir boyuta geçmemizi sağlıyor bence. Ve şu an yayınlanan diziler arasında Toygar Işıklı bu etkiyi yaratmada ilk sırada bulunuyor dersek yanlış olmayız sanırım.
Çoğumuz tarafından ilk Yaprak Dökümü ile dikkatleri çeken Toygar Işıklı; dizi müzikleri sektöründe birçok yapıma eşlik etti, etmeye de devam ediyor. Bu süre zarfında Ay Yapım ile çalışan ve hepimizin severek izlediği dizilerde yer alan müzikleriyle duygudan duyguya sürüklenmemizi sağlayan Işıklı’nın geçmişte iz bırakan dizi müzikleri olarak şunları sayabiliriz:
* Yaprak Dökümü
* Kırık Kanatlar
* Dudaktan Kalbe
* Menekşe ile Halil
* Aşk-ı Memnu
* Ezel
* Samanyolu
* Fatmagül’ün Suçu Ne?
* Kuzey Güney
* Al yazmalım
* Son
* Karadayı
* 20 Dakika
* Medcezir
* Kurt Seyit ve Şura
* Kara Para Aşk
* Beş Kardeş
* Analar ve Anneler
Hepsi birbirinden güzel projelerde dinlediğimiz müziklerin, dizilerin daha da başarılı olmasının, farkındalık yaratmasının en önemli etkenlerden birisi olduğu kanısındayım. Yalnız bu listede yer alan bir diziye kendimce bir yıldız koymam gerekirse, Ezel bunu; hikayesiyle, oyuncusuyla ve yayınlandığı dönemde müzikleriyle yarattığı sükse ile kesinlikle hak ediyor bence. Sonrasında Karadayı, Fatmagül’ün suçu ne?, Kuzey Güney, Medcezir ve tabii ki Aşk-ı Memnu her yönüyle öne çıkmayı başaran diziler oluyor.
Günümüze gelirsek de İçerde, Cesur ve Güzel, Kara Sevda, Bu Şehir Arkandan Gelecek ve Bana Sevmeyi Anlat dizilerine besteleriyle katkıda bulunmaktadır kendisi. Gerçekten aynı anda birden çok yapıma elinin değmesini sağlayan bu ilhamın nereden geldiğini çok merak etmekteyim. Her dizinin hikayesine, çiftine, temposuna göre beste yapabilmek; dizi haricinde bile dinleme arzusu uyandırabiliyorsa bu durum kesinlikle ayrı bir tebrik gerektiriyor sanırım.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki özel ilgimin de olmasından dolayı bestelerin, şarkı seçimlerinin bir projenin yükselmesinde etkisinin büyük olduğuna inanmaktayım. Müzik, insanı çağırır çünkü. Bize de burada düşen çağırıya cevap vermektir. İzlemenin ayrı, dinlemenin ise daha ayrı keyif verdiği nice projelere diyelim. Ve Toygar Işıklı… Emeklere saygılar…
Not: Bu aralar favorim Cesur ve Güzel’e eşlik eden mükemmel müzikler. Soundtrackini dört gözle beklemekteyim.
                                                                Müge

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bodrum Masalı-22.bölüm

‘‘Kök verdi kara sevda yüreğimde,
Hikayeler anlattım ona sessizce büyüsün diye,
Sustu, o sustukça yok sandım.
Sonra hikayeler bitti,
Gerçeğe uyandım...
Oradaydı, koskocaman bir aşk,
Ne yapacağımı bilemedim.
Acısıyla ona teslim oldum...’’  
Yıldız ve Faryalının çok eskiden ve belki daha çocukken atılmış aşklarının tohumu yüreklerine. O tohum büyümüş büyümüş kökleri derinlerde koskocaman bir ağaca dönüşmüş. Hayat geçmiş, ağaç sert fırtınalardan birinde gövdesinden kırılmış. Öyle kırılmış ki, bir daha yaşamaz sanılmış, kurur gider sanılmış. Mevsimler geçmiş, ağaçlar sararmış, kar gelmiş uyumuş tüm tabiat ve sonra bir gün bahar yeniden çıkıp gelmiş. Baharın tatlı meltemiyle nemlenen öldü sanılan ağaç, güneşle yeniden filiz vermiş. Hem de iki koldan. Gövdeden gövdeler çıkartıp dallarını uzatmış gökyüzüne.
Yıldız’ın  ve Faryalı’nın yaşanamayan sevdasının kozası o kadar işlemiş ki ikilinin hücrelerine, o hücreler kendilerinden çıktıktan sonra dahi bir yolunu bulup aşina oldukları diğer parçaya ulaşmayı başardılar galiba. Faryalı’dan alınan genler Yıldız’dan gelenleri bulmayı başardı bir şekilde. Kelebek ve Su’yu biliyorduk da, bu hafta Aslı ve Ateş’in de bu sevdanın rahminden doğduğunu anladık. Haftalardır Ateş acaba Faryalı’nın oğlu mu diyerek etrafında döndüğümüz çembere bir anda Aslı’nın dahil olması hepimizi şaşkına çevirdi. Hikayemizin eksik parçalarının tamamlanmaya başlamasıyla bazı düğümler açılırken yerine yeni düğümler ekleniverdi.
Daha bölümün başında Yıldız Otel çatısı altında biraraya geldi Evren’i evleri gibi geride bırakan Ergüvenler, Faryalı ve Kelebek. Burada insan düşünmeden edemiyor, aile dediğin nedir diye? Aile kanımdan dediğin ama senin yanında durmayanlar mı yoksa kanından olmasa da seni koruyup kollayan mı?  Sonra bu çatının altına başka bir sorgudan gelen Aslı da geldi. Burada bir parantez Ateş oğlana, ne güzel büyüyorsun sen öyle. Evim sensin dediğin Aslı’ya ev olma telaşınla, sahip çıkma çabanla başındaki onca derde inat geçmişi yeniden yazma halinde Ateş oğlan eksik gedik ne varsa toparladın bu hafta. Önce minimalize edilmiş bir tekrar geçtin geçmişe dair sonra mutluluk iksiriyle Aslı’nın gücü oldun. Ne güzel sahneydi, AsAt’ın tanışma ağacını bir portakalla, yolculuklarını minik motorsikletle, adadaki ateş başındaki yeniden tanımlama halini ve belki Ateş’in aydınlanışını o mumla sonrasında kaybetme korkusuna inat direnmelerini o balıkla anlatması Ateş’in. Ateş Aslı’yı en başından beri bildiğini ama bilmezden geldiğini ve pişman olduğunu ne güzel anlattı. İçinde babası olmasına rağmen ıssızlığa dönüşen babasızlık boşluğuna rağmen Ateş ailesini arayan Aslı’ya kol kanat gerdi. Otelde yanıbaşında olan Aslı’nın yüreğinden yüzüne dökülen hüzne , parçalanmış hayatına dokunup sağaltmak için uğraşıp durdu. Bu hafta neresinden bakarsak bakalım Ateş ve Aslı biz oldu. Yalnız Ateş’e dair iki endişem var. Birincisi ailesini kurtarmak derdine düşmüşken okuldan, üniversiteden uzaklaşması ikincisi ise bunca yükün altında gerçek bir kahramana dönüşürken bir yerde patlaması. İkisi de olmaz umarım. Aslı’nın gizli desteği Uzay’a gelince Alara’ya aşkı azala azala biten Uzay’ın Aslı konusundaki empatisinin hala arkasındayım. Uzay Aslı’ya aşık olmayacak umarım. Olursa da AsAt için tehlike olmayı tercih edeceğini düşünmüyorum. Uzay’ın asıl istediğinin kabul görmek ve sevilmek olduğu konusunda ısrarlıyım ;ama göreceğiz.
Su ve Kelebek ise, Ateş’ten gizlendiklerini sanarak hala kaç kovala oynuyor. Her şeyin farkında olan Ateş ise, olanlarla eğlenerek bir nevi intikam alıyor. Yıldız Otel’in en enerjisi yüksek çifti SuKel. Öpüşmesi, koklaşması, kıskanmasıyla. Galiba Faryalı-Yıldız aşkının dinamik gençliği ikilimiz, bunalımlı kısmı AsAt’ın sırtında.  Bir taraftan da Kelebek, Aslı dostluğunun derinliğiyle yüzleşiyoruz her hafta. Ciddi bir bütünlük Aslı-Kelebek. Öyle içten, öyle candan, öyle kandan galiba: ) Su ise, ilk aşkı babasına bir yerden tutunma telaşında hala. Ona ne olursa olsun güvenmek istiyor. Ateş’in çoktan kaybettiği güveni Su bir yerinden yakalamak için uğraşıyor ;ama korkarım bu konuda yaşayacağı hayalkırıklığı bu bölümde yaşadıklarıyla sınırlı kalmayacak. Ateş’in Faryalı’yı baba yerine koyma haline Su’nun da katılıp katılmayacağını da merakla bekliyorum. Yine evi kurtarma çabasındaki Faryalı’ya sarılan Su bu konudaki sertliğini kıracağına inancımı arttırdı diyebilirim.
Şimdi bölümün yeni ;ama hızlı karakterine gelelim. Bora... Gerçekten Bora, adını taşıdığı rüzgar gibi sert girdi Bodrum Masalı evrenine. Hikayesindeki acılı geçmişe selam verilse de çokça üzerinde durulmadı bu durumun. Ailesizliğin anlamını iyi bilen Bora’nın Gözde’nin bebeğini koruma kollama çabası garip değilse de Evren gibi bir kimliğe bu denli güç bahşetmesi bana ilginç geldi. Bora’nın kafasında nasıl bir hesap var bilmiyoruz. Bunun  sadece Gözde için girdiği bir savaş olduğuna yönelik şüphelerim var. Şu an Yıldız Otel sakinleri için baskı unsuru olmak dışında bir yaklaşım görmesek de Bora’nın ,tıpkı Uzay gibi, yaralı çocukluğunun o otelle ve içindekilerle daha yakın hale gelmesi bana göre oldukça mümkün. Göreceğiz. Ama her şey bir tarafa Timuçin Esen ve Nejat İşler’i karşılıklı izlemek inanılmazdı. İki eşit güçte rakibin, Faryalı ve Bora’nın, ne için olacağını bilmediğim ;ama derinden derine geldiğini hissettiğim rekabeti siyahla beyazın mücadelesinden çok grilikleri de barındıran bir resim gösterecek bize sanki.
Aslı’nın arayışının sahne geçişi anlamında Yıldız ve Faryalı’ya dönüşüne geldiğimizde; kafamızda acabalarla daldık resme. Aslı Faryalı’nın kızı mı? Faryalı Bora’nın teklifini kabul etti mi? Sonra haftalardır ilk defa Faryalı ve Yıldız’ın teslim olduğu aşkla sorular havada kaldık. İnsan bazen kendi aşk acısının ulağı oluyor. Aşkı için için kendinde yaşıyor, acısını, mutsuzluğunu kendisi çekiyor, sonra mektubunu kendisi yazıp zarflıyor. En son mektubunu kendisi götürüp ulaştırıyor. Lunaparkta çocukluktan gelen aşkın vedası mıydı izlediğimiz? Faryalı kendi aşkının ulağı gibi Yıldız’ın dudaklarında mı bıraktı aşkının damgasını? Yoksa artık çocuklukta kalan aşkın hatasından, yükünden başka bir boyutuna mı evrilme çabasıydı?
Sonuç olarak Bodrum Masalı’nın bu bölümü masal masal içinde, kişi kişi içre bir bölümdü. Asım’ın canının yanmasında baba nedir dediğimiz, Faryalı’nın çabasında sorularla kaldığımız, Yıldız’ın ne zaman silkeleneceğini merakla beklediğimiz, Aslı için düğüm düğüm olduğumuz, Ateş için hüzünlü bir gülümseme sakladığımız, Su’nun kırılmasına ah dediğimiz, Kelebek’e için için aktığımız, Bora’yı ise anlamlandırmaya çalıştığımız bir bölümdü.  
Son demde; aşk acısı kişinin kendisiyle hesabını, hatalarıyla yüzleşmesini içerdiğinden önemli ve saygıdeğer bir olgudur. Büyütür. Değiştirir. Aşk her yerde, her şeydir.
Emeklere saygıyla...
                                                                                                             UmayMasal     

5 Şubat 2017 Pazar

Aşk Laftan Anlamaz-29.bölüm

*‘‘İhaneti sende gördüm
sende şiddeti gördüm,
aşkı gördüm.
Yanarak içinden geçtim aşkın,
Kor olmadan küle döndüm.
Dokun bana bana dokun nolur,
Hasretinden öldüm...’’
Sevgili okur bu haftaki bölüm yorumumu bu şarkı Nilüfer’in yorumuyla kulağımda yazıyorum. Zira bölümdeki olaylar ne olursa olsun nereye evrilirse evrilsin, beni bölümün içinde tutan Tutsak Aşktı. Hayat ve Murat’ın birbirine Tutsak Aşkıydı. Acıda yanyana duran, hastalıkta her şeyi unutan ;ama sorgularda, korkuda birbirini dağlayan. Acıtan, acıttıkça acıyan. Murat annesini kaybetmenin acısıyla kavrulurken bu acının büyümesinde en büyük pay sahibi kuşkusuz hayatını sarmalamış yalanlardı. Neresinden tutsa elinde kalan, güvendiği ne varsa elinden alan yalanlara isyanının son dayanma sınırını geçme sebebiydi anne kaybı. Murat artık çığlık çığlık bağırıyor Kral Çıplak diye. Ama bağırdığı kuyudan dalga dalga yayılan o sese cevap veren kimse yok. Murat yalanlarla boğuştuğu kör dövüşünden uyanmak istedikçe etrafındakiler farklı farklı sebeplerle ondan gizleniyor. Farkındalık. Ruh farkındalığa açtığında gözlerini artık susturamazsın içinden yükselen sesi. Murat da susturamıyor işte. Sorularına cevap alamadıkça da farkındalığı sivrilip etrafındakilere saplanıyor. En çok da en günahsıza, en sevene, en korumak kollamak isteyene saplanıyor. Hayat’ı yaraladıkça yaralıyor. Hayat ise, dayanıyor. Hatalarına rağmen onu bırakmayan Murat’ın ruhundaki fırtınaya rağmen dümeni kırmak yerine inatla fırtınanın içine yol alıyor. Murat’ın kalbine, ruhuna tutunuyor yelken misali. Çünkü o yelkenin yırtılıp onu yarı yolda bırakmayacağına emin. Öyle ya Murat elini ne olursa olsun bırakmam dedi. Aksini söylese bile Murat, bırakın Hayat’ı İpek’in bile inanması zor Murat’ın Hayat’ı bırakacağına. Dedik ya Tutsaklık hali bu aşk. Sadece sevdayı ve karşısında o sevdanın muhatabını barındıran bir döngü. Murat ve Hayat ne kadar çevrelerine dair sıkıntılarla sınanırlarsa sınansınlar, ayrılığın eşiğine nasıl gelirlerse gelsinler kopamıyorlar. Kopmak yaşamamak hissine dönüştüğünden bu Tutsaklık hissi. Yaşamak içgüdüseldir. Murat ve Hayat içgüdüsel olarak hayatta kalmaya çalışıyor bir bakıma. Yokluğun ölüm olduğunu bilerek, hissederek davranıyor.  Buraya dönmek üzere kısa bir ara veriyor ve Aşk Laftan Anlamaz evreninin diğer sakinlerine bizce bakalım istiyorum.
Herkesin  hayatında karmaşa tam gaz yoluna devam ediyor. Kerem’in İpek’in babasından miras borçla cebelleşirken başını belaya sokması tek yolunda ve normal seyrinde giden çiftimizin önüne taşı koydu bile. Aslı ve Doruk mevzusuna gelince, Derya’nın bu konuda hamle yapmasını bekliyorduk. Hatta tam anlamıyla izlediğimiz gibi bir hamle de bekiyorduk Derya’dan. Yani Derya bizi şaşırtmadı ;ama Doruk. İşte Doruk konusunda büyük hayalkırıklığı yaşıyorum. Aslı’nın gördüğü sahne sonrası verdiği tepkiyi mahalle ağzı şeklinde püskürtme çabası fazla snob bir tavır değil mi? Aslı’ya açıklama çabası yetersizken üzerine en ufak bir hamle yapmaması kafamda sorulara neden olmadı değil. Murat’a tepkisi, annesinin yapabildiklerine en yakından şahit olmuş kişi olarak Derya’yla ilgili körlüğü, Doruk’ta bir dönüşüm mü var acaba sorusuna neden olmuyor değil. Aslı ve Doruk arasındaki renkli ilişkinin derinleşememesinde de yine Doruk’un annesine bağımlı bir yapısının olmasının payı var kuşkusuz. Doruk ne noktada büyür, fark eder bilemiyorum ama fark ettiği an karşısına çıkacak şey tercih olacaktır. Çünkü Doruk’taki temel sorunsallardan biri şu ki, annesinin yaptıklarına katılmasa da bazen kızsa da temelde susmayı seçiyor. Bu da karakter açısından susmak işine geleni onaylamaktır, ifadesini güçlendiriyor. Baştan beri dedim kendi adıma ben Murat ve Doruk kardeşliği, bu bölüm kardeş olmadıkları netleşse de, sınansın istemedim. Doruk Murat’ın çocukluğuna dair tek güzel şey, elinden alınmamalıydı. Ancak yaşadıklarında Murat’a destek olarak Doruk’u değil Hayat’ın abisini görmeye başladığımız andan beri bekliyorum. Doruk ne tarafa evrilecek cidden bekliyorum. Biraz düşündüğümde ise, Murat’ın gelgitli ruh halinin bahanesiyle acaba meşhur motto mu devreye girecek diye sormadan edemiyorum. Rekabet mi dediniz? Kardeş ilişkilerine bakınız. Murat Sarsılmaz, muhtemelen başarılı öğrenci, sorumluluk sahibi abi, daha sonra şirketi yöneten başarılı işadamı. Doruk için şu ana kadar bunlar çok da rekabet sebebi olarak görülmedi. Ancak Thomas Hardy kitabının bir yerinde şöyle der: ‘‘Sürekli damlayan su elması bile aşındırır.’’ Derya’nın sürekli saldırı halinde oluşu, Doruk’un zihninde atmaya çalıştığı tohumların  boy vermesine mi neden oldu acaba? Kim bilir? Geçen haftadan beri zihnini anlamaya çalıştığımız bir başka karakter ise Derya’ydı. Sormuştum hatta, Derya’nın derdi ne? Yani Murat’a sen Sarsılmaz değilsin dediği an Murat çeker gider. Nedir bu Murat’ı bitirme telaşı? Burada bizi ya çok ilginç bir ters köşe bekliyor ya da Derya’nın hep istediği oğul Murat gibi biriyken Doruk’un genel yapısının onu rahatsız etmesi bu yollara sokuyor Derya’yı. Çünkü öne sürdüğü tek dayanak daima oğlu. Derya oğluna güvenmediğinden, Murat gibi güçlü olamayacağını düşündüğünden bu kadar düşman Murat’a. Daha daha ve daha sorgusunda olan ruhlar gibi Derya, nerede duracağını bilemiyoruz. Emre bile durabilmişken oysa.
Emre demişken, takıntılı karakterimiz bu hafta bizi şaşırttı. Kendi adıma evlat-anne-baba sahneleri dışında çok gözleri dolan biri değilimdir. Ancak Hayat’ın Emre’yle yüzleşmesinde gözlerimin dolduğunu itiraf etmeliyim. Aşkı sevdaya döndürmeye müsaitse hikayenizin kahramanları yol sizindir. Hele o kahramanlara can verenler bunu kanıyla canıyla yaşatabiliyorsa gök de sizindir. Hayat’ın başına dayadığı silahın boş olduğunu tabiki tahmin ettim ancak boşa düşen tetiğin öncesi ve sonrasında Hande Erçel’e bayıldım. O kadar Hayat’tı ki, korkmuşluğu, çaresizliği, aşık olduğu adamı korumak için kendinden geçmişliği ile o kadar sahiciydi ki. Onca yaşananların yükünden bıkmış, istediği tek şey Murat’ın sevgisiyken elinden o tek şeyi alma telaşındaki adama başka türlü anlatamadı Murat’sız yaşayamayacağını. Tetiği çekip ölemediği için yaşadığı hayalkırıklığı, Murat’ı görüp ona anlatma isteği ve bunlara dayanamayan bünyesi. Bana göre bölümün en güzel ve etkileyici sahnesiydi. Devamında Murat’ın tüm güvensizliklerine inat hala Hayat’ı kendine getirme telaşında Emre’yi bile unutması yine sevdaya dahildi. Emre vazgeçti yaşanması muhtemel trajedi karşısında ;ama Derya süpürgeli cadı hesabı dolaşıyor herkesin etrafında. Son sahnede Emre’nin arabasının tutmayan frenleri, o arabadaki Hayat ve Hayat’ın hayatı için kendisini hiçe sayan Murat. Bölümün ana fikri senin için gerekirse ölürüm. Ölüm Emre’den yana mı kullanacak tercihini yoksa ağır bedellerle mi çıkacağız o arabalardan haftaya?Göreceğiz.
Son demde;
-Buradan gitmek için hangi yolu seçmek gerek?
-Nereye gitmek istediğin konusuna bağlı... Nereye gitmek istiyorsun?
-Neresi olduğunun önemi yok ki! Kiminle gittiğim önemli.
-Bu durumda hangi yolu seçtiğinin de önemi yok. Kiminle gittiğin önemli.
*Tutsak- Söz: Sezen Aksu/Müzik:Onno Tunç
Not: ALA fanlarına ve senaristlerimize destekleri için teşekkür ediyoruz.
                                                                              UmayMasal


    

   

4 Şubat 2017 Cumartesi

Cesur ve Güzel -12.Bölüm


‘ Sorarım aşk durulur mu? Acıyı sevmek olur mu?’


Sühan için bölümü, bu şarkı sözü ile özetleyebilirim sanırım. Neden derseniz bu bölüm en çok ona üzüldüm ya da şöyle söyleyebilirim: Tek ona üzüldüm. O kadar arada kalmış, kaybolmuş bir durumda hissediyor ki kendini; artık kime ne kadar güveneceğini bilemiyor, bir türlü kestiremiyor.
Bölümümüze gelirsek de çok özel bir gece ve Cesur’dan güven verici sözler… Sonrasında ise ortaya çıkan vasiyet mevzusu ile yeniden şüpheler içine düşen Sühan… ilk istikamet Korludağ çifti oluyor ve annesi tarafından yazılan vasiyetnameyi, babasının herhangi bir hamlesine karşı güvence altına alıyor. Çiftlikte bulunduğu sırada ise maruz kaldığı Cahide’nin anlamlı sorularına karşı rol yaparak mutlu bir evliliği olduğuna inandırmaya çalışan Sühan önceki yazımda belirttiğim gibi muhtemel Tahsin ile Sühan karşılaşmalarına bir yenisini daha ekliyor. Babasının kendisini haklı çıkarmak adına sarf ettiği iğneleyici sözlerine karşın ise altta kalmıyor tabii ve gereken cevabı veriyor. Bu kısımda tam da şunu söyleyebilirim ki olayların getirdiği kafa karışıklıkları hariç Sühan’ın bu net tavrı çok hoşuma gidiyor. Söz konusu, yıllarca bir yanlışını görmemiş ya da görmek istememiş (Çünkü kızı dışında herkes ile sorunlu bir Tahsin Korludağ) çok sevdiği babası dahi olsa, nerde ne şekilde durması gerektiğini çok iyi bilmekle kalmayıp, düşüncelerinden de asla taviz vermiyor. Durum böyle olunca da beklediği sözler yerine Sühan’ın kendisine daha da diklenmesi Tahsin Korludağ’ın elinin havaya kalkmasına sebep oluyor ve o elin inerek daha derin yaralar açmasını ise Korhan engelliyor. Bu sahne, sanırım, Sühan için babası ile yaşadığı anların ilk sırasına yerleşiyor ki dilinden büyük bir hüzün ile ‘Tanıştığımıza memnun oldum Tahsin Korludağ!’ cümlesi dökülüyor. Ve sonrası… İşte çok üzüldüğüm ilk sahne.. Babası ile karşı karşıya gelen bir kızın göz yaşları... Müzik ile sahne o kadar güzel uyuşmuş ki Sühan’ın yıkılışı insanın içine resmen bir sızı bırakıyor, kendisini bir yere ait olamama hissi ise ekrandan bizlere çok net bir şekilde geçiyor. Ve tam burada Tuba Büyüküstün’e ilk alkışımızı bırakıyoruz.
Korludağ çiftliğinde hayal kırıklıkları rüzgarları eserken Alemdaroğlu çiftliği ise kesilen elektrik ve su derdiyle uğraşıyor. Uzun süre gelmeyen elektrik ve suyun normal olmadığını düşünen Cesur bunun bir komplo olduğunu anlıyor ve yollara düşüyor. Hesabını soruş şekli beni eskilere götürüp, gözümde birden Kuzey Tekinoğlu belirmesine neden oluyor özlemle. (Kuzey Tekinoğlu’na bir selam)
Bütün bunlar yaşanırken bölümümüzün son sahnesini içeren mektup, hapishaneden Rıza tarafından yazılıp Cesur’a yollanıyor. Yalnız mektubun akıbeti, önümüzdeki bölümde pek de umduğumuz gibi olmayacak sanki ama her şeyde olduğu gibi bir mesaj yola çıkmışsa elbet gideceği yere ulaşır tezine inanmak istiyorum burada.
Ve gelelim Cesur’un dediği gibi Bülent’in farkında olmadan düğmeye basmasıyla tabloların ortaya çıkmasına. Bir ara vererek hemen belirtmek isterim ki dizinin en sevdiğim noktası olayların sakız gibi uzamaması ve temposunun çok akıcı bir şekilde ilerlemesi. Son zamanlarda böyle dizilere hasret kalmıştık resmen. Ve burada da senaristimize bir alkış bırakıyor, kalemine sağlık diliyorum. Yeniden tablolarımıza dönersek de ortaya çıkmaları Cesur’un kendi kimliğini bulmasında ilk adımı atmasını sağlıyor. Savcılığa verilen ifadeler sonrası da tablo davasının genişletilmesi kararı.. Ve Korhan’ın deyimiyle Cesur’un, Tahsin Korludağ ile savaşında 1-0 öne geçmesi... Alemdaroğlu çiftiliğinde kış zamanı baharın gelmesini müjdeliyor. Yalnız mahkeme seyrini ayrıca merak etmekle beraber, burada en önemli nokta olarak Tahsin Korludağ’ın ilk defa korkmasını gösterebilirim bence. O kadar yalan içinden kendine bir hayat yaratan Tahsin, bunun yıkılacağından ciddi derecede endişe duyuyor. Ve bu korkunun varacağı noktayı, getireceklerini de kafamda canlandırdığımda hiç hoş şeyler belirmiyor ne yazık ki.
Korhan,Cahide ve Hülya… Zavallı Korhan hem babasının yaptıklarıyla uğraşıyor hem de bir yandan düşmanın bile ona yapmayacağı kötülüğü anlamlandırmaya çalışıyor. Şans eseri de Hülya ile karşılaşınca kafasındaki soruları bulmak adına peşine düşüyor. Gittiği yolun sonunda ise karşısında biricik eşi Cahide… Bence çiftlikteki en tehlikeli kişi… Hırslarının da etkisiyle Hülya konusunu bile Cesur’a yıkan Cahide’de, oyun ya da kötülük konusunda Tahsin Korludağ ile başabaş yarışabilme potansiyeli var kesinlikle. Yalnız her adımını itina ile planlayan Cahide’nin bu yakalanmadan sıyrılma çabalarını büyük merakla bekliyorum.

Güven… Kazanması çok zor ama kaybetmesi de bir o kadar kolay. Ve bana hiçbir zaman güvenmeyeceksin bunu anladım, diyen Cesur. O kadar duygu karışıklığı içindeki Sühan, aklı da kalbi de aynı ölçüde belirsiz. Cesur’un yanında durmasının sonucu olarak Tahsin’in bir talimatıyla işçilerinden oluyor ve beklenen öfke patlaması gerçekleşiyor. Şunu söyleyebilirim ki son zamanlarda izlediğim en güzel kavgaya şahit olduk bence. İki oyuncu da o kadar gerçekçi oynuyorlar ki kavga hiç bitmesin istiyorum resmen. Sühan’a çok üzüldüm ama böyle güzel kavgaları çokça izleriz diye umuyorum ileriki bölümlerimizde. Bu arada Sühan konusuna ayrıca değinmek istiyorum aslında. Çok gelgitli olduğuna dair yorumlar okuyorum. Şu açıdan bakabilirsek böyle olmasını da anlayabiliriz sanki. Yerli yerinde giden bir hayat… Ve birden ortaya çıkan bir adam… Onun hikayesiyle önceki inandığı bütün gerçeklerin yıkılması… Bu gerçekler hem de babanızın yalan olduğunu söylüyorsa. Bir de babanızın düşmanına aşık oluyorsanız; o zaman kime, neye güveneceğini şaşırırsınız işte. Dolayısıyla bu kararsız hallerinde olmasına hak veriyorum galiba ve Cesur’a olan güveni oturtmak için daha zamanımız var diye düşünüyorum. Ama ben onları ikilemde kalma hallerini de izlemeyi seviyorum. Uzun zaman sonra böyle bir çifti ekranda görmeyi gerçekten özlemişim ve İyi ki bir araya gelmişler, getirilmişler diyorum büyük bir zevkle... Cesur ve Güzel’le…


Müge…

The crown Geçen sezonun ardından

                       The crown  – Geçen sezonun ardından –

   Geçtiğimiz sezonun bol ödüllü ve iddialı dizilerinden olan ‘’The Crown’’ için bir değerlendirme yaptık.
   İngiltere kraliçesi II. Elizabeth’in babasının ani vefatı ardından tahta çıkmasını konu alan ve beraberinde köklü kraliyet ailesinin yaşamına odaklanan, bunun yanında beklide çoğumuzun karşıdan imrenerek hayalini kurduğumuz bir hayatın zorluklarını çok güzel bir şekilde işleyen, Netflix yapımı bir dizi.

















ffff
















   Başrollerini de İngiliz oyuncu  Claire Foy (Kraliçe II. Elizabeth),  Doctor who’dan tanıdığımız Matt Smith (Edinburg dükü Prens Philip) in oynadığı ve ayrıca John Lithgow (Winston Churcill) ,  gibi tecrübeli oyuncularında aralarında bulunduğu iyi bir oyuncu kadrosuna da sahip. Yaklaşık her bölümün 45-50 dakikayı bulduğu ve her biri film tadında olan biyografik dizi olmasına rağmen bir sonraki bölümü merakla bekleten bir yapım. 
   Dizi prenses Elizabeth’in, Philip ile evlenmesiyle başlayıp, babasının beklenmeyen ölümü sonrası genç yaşta, tecrübesiz ve hazırlıksız bir şekilde kraliçe olmasının yanı sıra ‘tac’ ın getirdiği yükü oldukça iyi yansıttı. Çoğu zaman, Elizabeth’i kraliçe olmak, eş olmak, bir anne ya da bir kız kardeş olmak arasında seçim yapmak zorunda kalmasını izledik. Aynı zamanda dönemin başbakanı Winston Churcill ile aralarındaki diyolaglar kesinlike izlenmeye  değerdi.  Dizide pek çok flashbackler ile Elizabeth’in çocukluğuna indik ve amcasının tahttan çekilip babasının birdenbire kral olmasıyla değişen hayatını da izledik. (Hani şu Colin Firth’in oscarı kucakladığı ‘’Zoraki Kral’’ filminde anlatılan hikâye.) (Bizden ufak bir tavsiye The Crown’a başlamadan önce izleyebilirsiniz.) Peki dizide sadece Elizabeth ve kraliyet ailesini mi izleyeceğiz? Hayır. Sarayda olan tüm bunarın yanına, dönemin Britanya’sında yaşanan tarihsel olaylar (1952de Londra’ı kaplayan ölümcül sis gibi.)

Winston Churcill’ı makamına yapışmış ve iktidarı elinden bırakmak istemeyen bir başbakan olarak izledik ve arka planda yaşanan Churcill-Eden kapışmasına da şahit olduk. Diziyi izlerken göreceğiniz pek çok politik ve sosyal olayların yanı  sıra Elizabeth’in kız kardeşi Prenses Margaret’ın Albay Peter Townsend’la yaşadıkları monarşi tarafından uygun bulunulmayan buruk aşklarına da şahit olduk.  
   Birazda oyunculuklardan bahsedecek olursak; Elizabeth’i oynayan Claire Foy oldukça başarılı bir portre çiziyor ki başta Altın Küre, SAG gibi beraberinde aldığı diğer ödülleri de hak ediyor. İngiltere Başbakanı Winston Churcill’ı oynayan John Lithgow gerek benzerliği gerekte aşırı gerçekçi oyunculuğu ile dizi içinde en fazla dikkat çeken rollerden biri.(yer yer Kraliçe’den rol çaldığını bile söyleyebiliriz.)

   Dizi IMDB’den aldığı 8.9 puanı ve topladığı diğer ödülleri hak eden başarılı bir yapım.

Little Grey Cell