12 Şubat 2017 Pazar

Poyraz Karayel 79.Bölüm

Tam da Sinan’ın söylediği gibi oldu; “Okyanusu geçtiler, az kalsın derede boğuluyorlardı.” Neyse ki çok fazla yara almadan atlattı Sinan. Tabii yaşananların kaçınılmaz bir etkisi vardı. Poyraz’ın evladını kaybetme korkusu ile tabiri caizse öldü öldü dirildi. 

Poyraz’ın oğluna kavuşamama korkusu, Sinan’ın babasının onu kurtaramayacağı, tekrar birbirlerini göremeyecekleri endişesi… Ata Berk Mutlu küçük yüreğiyle çok güzel oyunculuk sergiledi. İlker Kaleli ile gerçek bir baba – oğul kavuşması, kaybetme korkusu yaşadılar. 

Sinan, beni kurtarmaya gelmeyeceksin bir daha seni göremeyeceğim diye çok korktum dediğinde Poyraz daha çok acı hissetti yüreğinde ve Sinan’ın bu korkuyu yaşamasına sebep olanları bir an önce bulabilmek, cezalarını verebilmek için daha da hırslandı. 

İnsanlara zarar veren, sadece onları sömürüp kandan beslenen bir grup vardı karşısında… İnsanları çaresiz bırakıp bu çaresizliklerini hiç çözüme kavuşmayacak yollar sunan melek görünümlü şeytanlar. Ne dedi Poyraz; “Bu dünya kötüler yüzünden değil, iyiler yüzünden bu halde Albayım.” Haklı değil mi? herkes iyidir, kendine göre yaptıklarının haklı sebepleri vardır. Kimse kötü olduğunu yanlış yaptığını kabul etmez. Mesela söz konusu bu grupta gittiği yere barış, kardeşlik götürüyordur sorduğumuzda. Asla kötü bir amaçları yoktur!

Uyuşturucu kaçakçılığı ile çocukları, gençleri zehirleyen, illegal yollarla ülkelere silah sokup halkı iç savaşa sürükleyen, kaos yaratan, çocukları alıkoyup organ mafyalığı yapan cani, sapkın ve sapıktır onlar. Kendi çocuklarının daha dünyaya gözlerini açmadan sahip oldukları mücevherleri onların yağmaladığı ülkelerde bir vampir gibi kanlarını emdikleri çocuklar tarafından çıkarılır.

Aynı Nevra’nın yaptığı gibi aslında… Kendi çocuğunu pamuklara sarıp sarmalarken diğer herkesi soğukkanlı bir şekilde öldürebiliyor ve asla bu durumdan suçluluk duymuyor.

Çınar, Nevra’nın gerçek yüzünü öğrendikten sonra Mümtazlarla işbirliği yapmaya karar veriyor. Fakat kendi kendini ele veriyor. Görünen o ki daha çok karşı karşıya kalacak Nevra ve Çınar. 

Nevra tüm yaşadıklarını anlattı, nasıl evlendiğini ve sonrasını. Yaşadıkları çok zor ve gerçekten çok ağır şeyler ama asla yaptıklarını hafifletemez bence. Böylesine gözünü hırs ve nefret bürümüş bir kişi en çok kendine zarar verir, ki veriyor da. Çınar’ı kaybediyor. Çınar’ın ona sırtını dönmesi şimdi belli etmemeye çalışsa da onu çok fazla yaralıyor ve yaralamaya devam edecekte… 

Tabii bu arada Savaş’ta boş durmuyor. Bahri Umman gibi saygın biri ile iş yapmanın öneminin farkında olduğundan dolayı onunla ilişkilerini iyi tutmak istiyor. Bahri onun bu oyununa gelir mi tartışılır, ki bence gelmez. Ne de olsa eski kurt, insan sarrafı. 

Son olarak sevgililer günü sürprizleri var ki yürekleri sıcacık yapan türden. İsa’nın anne ve babasına yaptığı sürpriz – ki lahmacun sever biri olarak kalpli lahmacunlar favorimdi – Zülfikar’ın, Meltem’in hafızasını yerine getirebilmek için verdiği çaba, Eda ve Savaş’ın yakınlaşmaları, ki Eda’nın kızı için gösterdiği çaba onları daha çok yakınlaştıracak gibi, Songül’ün isteğini yerine getiren Sadrettin. Songül kararını vermişken Sadrettin’in de bakışlarında bir farklılık vardı artık. Tabi bu durum Fatih’i rahatsız ediyor ve bana göre ortalığı biraz karıştıracak gibi ama amacına ulaşacağını hiç zannetmiyorum. 

Son olarak Poyraz ve Ayşegül… Sezen söylerken onlar da birbirlerine duydukları sevgiyi anlattılar. Poyraz, Ayşegül’e onu matematiğin bittiği yere kadar sevdiğini anlattı, Ayşegül’de dinledi.. Kalbinin nasıl çarptığının değil, kimin için çarptığının önemli olduğunu anlattılar birbirlerineYaşadıkları zorluklar onları birbirlerine daha çok kenetliyor. Uzaklaştırmıyor aksine birbirlerine onlan bağlarını kuvvetlendiriyor. Birbirlerine olan sevgilerini artırıyor

Bölüm sonunda da olduğu gibi kötülerin hak ettiğini bulduğu güzel günler görebilmek umuduyla…

Sevgiyle, sağlıcakla kalın…

Frezya


Hayat Şarkısı 41.Bölüm


Sevebileceği kadar sevmiş ve o sevgiye daima sahip çıkmış bir kadın Hülya. Aslında ilk zamanlarda ablasına yaptığından dolayı kızmıştım içten içe. Kaya ile beraber Melek’e oyun oynayıp onu zor durumda bırakması beni o zamanlar kızdırmıştı. Aşkta ve savaşta her şey mubahtır deyip Kerim için, aşkı için sürekli mücadele etti. Hiç vazgeçmedi. Çok zor şeyler yaşamış ve bunlar zamanla ortaya çıktı zaten. Cem, ona verebileceği en büyük acıyı vermiş, en büyük iğrençliği yapmış fakat buna rağmen Hülya yılmamıştı. 

Cem’in tecavüz etmesi ve sonrasında Hülya’nın hamile kalmasından dolayı onu öldüresiye dövdürmesi… Bunca zorluğa rağmen Hülya ve küçük kızı direnmiş yaşamaktan vazgeçmemişti fakat Hülya hamilelik döneminde bu bebeği istememişti. Bebek doğunca başka bir aileye verilecek ve böylece Hülya bu yükünden kurtulacaktı ama öyle olmadı… Olamazdı da… Melek eğer bebek öldü demese ve Bahar’ı başka bir aileye vermiş olsaydı ben eminim Hülya kızının peşine düşer ondan vazgeçmezdi. Cem’in yapmış olduğu iğrençliğin nefretini o masum çocuktan çıkaramazdı. 

Melek kendince doğru olanı yaptı… Hülya okuluna devam edecek daha fazla acı çekmeyecekti. Bahar’ı tanımadığı bir aileye veremezdi, bunu ne olursa olsun yapamazdı… Aslında düşündüğüm zaman ona arada böyle bir şeyi sakladığı için kızsam da Hülya’nın o an ki hissettiklerinden dolayı daha fazla acı çekmesine izin vermemek için yapmıştı bunu. Kendi kızı yanıbaşındayken bunu Hülya’dan gizlemiş ve ona bambaşka bir şey söylemişti. Onu öz kızı gibi sahiplenmesi, onu koruması güzel bir şeydi ama gel gör ki Hülya her şeyi öğrendiğinde işin rengi değişti. İki kardeş birbirlerine düşman oldu neredeyse. Hülya kendisinden böyle bir şey gizlenmesine hazmedemezken Melek kendi evladıymış gibi sahiplendiği Bahar’ın kendinden koparılmaya çalışılmasıyla gardını aldı ve bambaşka bir Melek olmaya çalıştı. Tabii bu sırada Hüseyin ile evlenmesi, bebeğini kaybetmesi de var…

Kerim’in Hülya ile zorla evlendirilmesi ve ortadan bir anda kaybolmasına gelelim bir de… O ilk zamanlarda yaşananlara. Hülya inat emişti bir kere ve ne yaptı etti Kerim ile evlendi. Sonrasında Kerim’in onu evlendikleri gece bırakıp gitmesi haliyle ağırına gitti. Kim kaldırabilir ki bunu… Kerim’in bence ilk zamanlarda gözleri kördü, hoş hâlâ kör tam açılmış değil. Filiz’in hamile olması Kerim’in bu bebeği istememesi fakat Almanya’ya giden Hülya’nın bunu öğrenmesi ile işin renginin değişmesi. Hülya, Filiz’den para karşılığında Mehmet’i alınca uzun bir süre herkese Mehmet, Kerim ve benim çocuğum dedi. Fakat bir anda Filiz’in yeniden ortaya çıkması işleri karıştırdı.

Kendi çocuğunu para karşılığında veren bir kadın olunca bu yaptığından dolayı kimse onu hoş karşılamadı doğal olarak. Bayram Cevher’de ona tavrını net bir şekilde belli etti ve Hülya’ya sahip çıktı. Hülya kendi doğurmadı belki ama Mehmet’i kendi evladı gibi sevdi. Onun ne olursa olsun bir daha çocuğu olamayacaktı çünkü Cem’in yaptığı sonrasında yaptırdığı onda kötü izler bırakmıştı ve Doktor ona bir daha çocuğu olamayacağını söylemişti… 

Bir şeyler yoluna girmeye başlamışken Cem’in ortaya çıkması ve Kerim’e olayları çok farklı anlatması onun Hülya’nın karşısına geçmesine neden oldu. Kerim’in ona inanmış olması tam bir aptallık zaten, seven bir insan dışarıdan birine inanmaz. Hele ki Cem gibi karakteri bozuk birine hiç inanmaz. Fakat Kerim biraz aptal, kusura bakmayın ama öyle. Gidip Cem’in anlattıklarına inanıp Hülya’yı direkt yaftaladı. Gerçekleri ise sadece Hüseyin ve Zeynep biliyordu. Zeynep ve Hüseyin daha fazla evdekilerin Hülya’yı bilip bilmeden yargılamalarına dayanamadılar ve her şeyi anlattılar. Aslında orada çok güzel bir yere dokunuldu bana göre. Süheyla direkt “Şimdi ne olacak?” Diye sordu. Çünkü Hülya tecavüze uğramıştı, kirlenmişti yani (!) Ailenin ismine zarar verirdi. Toplumumuzun genel yargısı budur erkek sırtı sıvazlanır geçilir kadın aşağılanır. Ne olursa olsun erkek suç işlemişse kadının illaki payı aranır, suç faktörü olarak görülür. Zeynep ise; “Eski hayatımıza devam edeceğiz, önceden nasıl Hülya’ya sahip çıktıysanız şimdi de öyle yapacaksınız.” Dedi. Bayram Cevher’de öyle yaptı zaten. Ahmet Mümtaz Taylan her zaman farklıdır bana göre. Bu Leyla ile Mecnun’dan kalan bir hisbana, oradaki babacanlığından ileri gelen bir durum ve burada da harika bir baba. Hülya’yı yaşadıklarıyla suçlayıp, yaftalamadı, yargılamadı. Baba olarak sahip çıktı. 

Kerim ise öğrendiklerinden dolayı kendini suçladı. Suçlamalıydı da… Hülya’yı servet avcısı gibi yaftalayıp onu dinlemeden Cem’in söylediklerine inanmış olması kabul edilebilir değildi. Tabi yaşadıklarından dolayı Hülya dayanamamış ve Düğme erkenden doğmuştu. Ve yine Hülya’nın yanında Mahir vardı… Gerçek bir dost oldu her zaman Hülya’ya ve hiç yalnız bırakmadı onu. Onun da yaşadıkları kolay olmamıştı ve belki de bu sebepten Hülya ile birbirlerini buldular. İki yaralı kuş birbirlerinin yaralarını sarıp çok güzel bir dostluk kurdular.

Kerim’in Hülya’ya aşık olması bence Hülya’nın aşkına aşık olarak başladı. Çünkü Hülya, Kerim’i her şeye rağmen sevdi. Kerim’in yaptığı tüm hatalara, ona sarf ettiği o kırıcı kelimelere rağmen vazgeçmedi fakat son yaptığı hiç unutulacak, sineye çekilecek bir durum değildi. Cem’in yaptıklarını sonrasında öğrendiği için duyduğu pişmanlığı dile getirip bir şeyler için çabalasa belki Hülya onu daha kolay affedebilirdi ama onu zengin koca avcısı gibi yaftalamış olması kolay affedilecek bir şey değildi artık. Üstelik her şeyi öğrenmişken… Yaralarını sarıp, Hülya’ya daha sıkı sarılması gerekirken o bir aptal gibi davrandı. 

Bir de hepimizin öldü olarak bildiği Cem’in dizinin sonunda bir anda ortaya çıkması var. Ki bu dönüş herkeste kötü anılar bırakacak gibi… Umarım kendi yaptığı, yapmaya çalıştığı pisliklerde boğulup kimseye zarar veremez. Merakla olacakları bekliyoruz. 

Sevgiyle, sağlıcakla kalın…

Frezya


11 Şubat 2017 Cumartesi

Cesur ve Güzel- 13.bölüm

‘Beni gerçekten sevseydin….’

Sühan Alemdaroğlu… O arada kalmışlığı, o çaresizliği, o kafa karışıklığını o kadar yoğun yaşıyor ki kalbi sanki ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafı Cesur’a güvenmek istiyor, bir tarafı da ne olursa olsun babasına da inanmak. Bunu öyle derin yaşıyor ki Sühan ya da yaşatıyor ki Tuba; hissin ağırlığı, hüznü ekrandan çıkıp kalbime dokunuyor bir sızı ile.

Tahsin dayanıyor Alemdaroğlu kapısına cezaevinden gelen mektubu berteraf etmek adına, nitekim de başarıyor. Ama o tabloları duvarda görmek, bir anlamda kendisi için yıkım oluyor, daha da hırslanıyor. Yalanlarını, suçlarını örtmek adına daha ne kadar ileri gidebilir diye soruyorum? Cevabı ise daha korkutucu oluyor izlediklerimizin etkisiyle. Ama şu var, Tahsin’in can yakıcı planlarına karşı Cesur da boş durmuyor tabii ki. Bir lider havasıyla iniyor meydanlara; cana kıyanlara karşı dik durmasını söylüyor Korludağ halkının cesurca. O’nun güven verici sözlerinden sonra Tahsin tehditiyle Sühan’ı yüzüstü bırakanlar atölyeye dönüyor tek tek ve burada karşımıza Sühan’ın yardımına koşan, onun derdine derman olan, hep olacak Cesur çıkıyor bir kahraman edasıyla.

Cesur… Önceki bölümlerimizde şüphe duyuyorduk ne hissettiğinden.. Gerçek miydi yoksa yalan mı? Bir intikam oyunu içinde ona aşık rolü düşmüştü belki de… Ama yavaş yavaş siliyordu bu belirsizliği kafamızdan. İlk önce kendince sevgililer günü hediyesini alıyor Sühan’dan; sonrasında da güzel bir yemek eşliğinde, bir ay boyunca uygun zamanı bir türlü denk getirip veremediği yüzüğü Sühan’ın parmağına takıveriyor hepimizin bir oh çekmesiyle. 

Tabii ki bu huzurlu anlarımız çok uzun sürmüyor ne yazık ki. Sahneye yine büyük bir kurnazlıkla Tahsin Korludağ çıkıyor. Kimseye şüphe ettirmeyecek şekilde, içinde kendisine ait yerler de dahil olmak üzere Korludağ’da olay çıkartılmasına ön ayak oluyor. Bunu da Cesur’un üstüne yıkmak gibi bir amaç ile hem de. Ama bu işin sonunda yine en çok üzülen, yangın endişesi ile Korludağ çiftliğine giden ve babası tarafından evden kovulan Sühan oluyor. Bunun yıkılmışlığıyla Alemdaroğlu çiftliğine dönüyor Sühan. Cesur’a soruyor, bence cevabının canını acıtacağını bile bile: ‘Beni gerçekten sevseydin…’ Cesur’dan aldığı yanıt, hem tahmininden daha çok yaralıyor Sühan’ı hem de Cesur, verdiği cevapla bunun üzüntüsünü iliklerinde hissediyor çok hüzünlü bir şekilde.

‘İyi ki seni gerçekten sevmiyorum.’

Zaten bir sürü duygunun ağırlığı altında kalan Sühan; arada kalmışlığın, kime ne kadar güveneceğinin karışıklığı ile kendiyle baş başa kalmak, biraz nefes almak adına uzaklaşma kararı alıyor. Kendisini sevsin, güvensin, evliliklerinin oyun ya da bir amaç doğrultusunda değil de gerçek olmasını isteyen Cesur ise bu kararın burukluğunu yaşıyor bir anlamda. Ben burada ikisine de üzülsem de Sühan’a daha çok hak veriyorum galiba. Her defasında yaşadığı hayal kırıklığı, o sıkışmışlığı; hissettiği duygulara tamamen sarılmasına engel oluyor bence. Cesur da sarılsın istiyor kendisine, onunla bulsun huzuru istiyor ama güvenmek… İşte bunu gerçekleştirmek, kendisine inanmasını sağlamak adına kimsenin tahmin edemeyeceği güzellikte, naiflikte bir doğumgünü sürprizi girişiyor bölümün sonunda.

Hediye kısmına gelmeden önce Korhan, Cahide ve Hülya üçlümüzün yaşadığı olaylara bakarsak da, Cahide inatla sıçramaya devam ediyor. Ancak sıçramaya devam ederken de ipler daha bir karışıyor sanki. Yalnız şu var ki diğer olaylarda gerçekler nasıl hemen ortaya çıkmışsa bunun da öyle olmasını, Korhan’ın gözünün açılmasını istiyorum daha da çok üzülmeden. Bu olayı da açığa çıkaracak kişinin Cesur olacağını da düşünmüyor değilim açıkçası ki Cahide, Hülya olayını Cesur’un üstüne yıkma çabasıyla da bunu hak ediyor kesinlikle.



Cezaevinden gelen mektubu yakıp kül etmişti Tahsin Korludağ. Mektubu gönderen kişi ise Adalet’in ağabeyi, olayların kilit ismi Rıza… Cesur kendisine gelen mektubun akıbetini, kimden geldiğini tabii ki öğreniyor; mektubu yakmakla bu olayın gizli kalacağını sanan Tahsin’in aksine. Yalnız burada yine boş durmayan Tahsin, Rıza’yı başka bir cezaevine nakledilmesini istiyor sanki. Yolda cezaevi aracı kaza yapıyor ve Rıza büyük ihtimal kaçmayı başarıyor. Bakalım sonrasında, Rıza’nın etkisiyle, ateş mi galip çıkacak bu savaştan yoksa ateşin karşısında mücadele edecek derya mı?

Ve gelelim sürprizimize… Sakıp Sabancı Müzesi… Feyhaman Duran sergisinde Cesur tarafından organize edilen bir yemek. Serginin adı da çiftimize çok uyuyor sanki: ‘iki Dünya Arasında’ Bence son zamanlarda izlediğim en güzel, en tutkulu, en samimi, en romantik sürpriz olmaya adaydır kendisi, abartısız. Sühan’ın ilk baştaki şaşkınlığı sonrasında gelen o güzel mutluluğu Cesur’un hediyesini de vermesiyle, iyice yükseliyor duygular. Tabii aynı şekilde biz izleyenlerde de. J Hediyemiz ise bir takvim. ‘Sühan ile bir yıl’ Cesur öyle içten öyle doğallıkla hazırlıyor ki hediyesini Sühan’ın kafasındaki şüpheleri yok edercesine. Bütün yaşadıklarını, ikisine ait özel ne varsa işliyor takvimin sayfalarına. Tam da burada şunu eklemek istiyorum kendimce. İkiliyi izlemek benim için çok ayrı bir zevk. Yalnız Kıvanç ile Tuba da hiçbir şeyden sakınmayıp rollerinin hakkını en doğru şekilde, eksiksiz biçimde vermeleri de biz izleyenlerin diziye bu derece bağlanmasında en etkili unsur bana göre. Son olarak da şunu diyebiliriz ki Cesur’dan beklediği, umduğu, içindeki sızıyı yok edecek cümleleri de büyük bir mutlulukla dinleyen Sühan; artık emin oluyor sevdiği adama karşı sonsuz bir güven içinde olması gerektiğine. Bozulmaması dileğiyle…

‘Seni seviyorum. Gerçekten.’

Müge

10 Şubat 2017 Cuma

Bir Şarkısın Sen Aşk , Hayat Olduğunca Sürecek..

Şubatın kırmızısı düşmüş her yere. Aşk hayatın karanlık dehlizlerine mahkumiyetinden boy vermeye çalışırken gülümsüyor kurgu karakterlerin kurgu ruhlarında. Ne tuhaf hayattaki karşılıklar hafifledikçe sanki parlamaya, imkansıza yol almaya talip bize anlatılan hikayeler. Gerçeklikte aşk nerede ve kimde? Toprakta mı, gökte mi? Sanırım daha çok şarkılarda ve dizilerde bu aralar... Aşk kaç büyümden, aşk dön ölümden,aşk bir sebepten gel gir dünyama...
Farketmeden AsAt
Susamış suların akışı gibi, çaresiz gözlerin bakışı gibiydi Aslı. Kapının ansızın çalışı gibi Ateş girmişti kalbinden içeri. Akrebin Ateş’e yanışı gibi yanmaya başlamıştı için için. Başkasına olan sevgisinin bedellerindeki Ateş’e aşkında beklentiden vazgeçip uzaktan Ateş’in yanında ,kendisine cevapsız sorular sordu sürekli. Ateş ise kaybolup giderken hayatı fırtınalarda Aslı’da gönlünce bir ada bulmuştu. O ada onu sarıp sarmalarken farketmeden Aslı’nın oluvermişti. Aşkları güneşin gölgede kalışı gibi gizli saklı büyürken uykunun düşlere dalışı gibi birbirlerinden saklanırken birden kalplerin yaşamasına sebep nabzına dönüştü işte. Aşk farketmeden birini birine ait kılardı.
Nefes Bile Almadan HayMur
Kelebek kadar olan ömrü bilirdi Murat.  Sevmenin lazım olduğunu bilse de güvenemezdi. Kaybedecek neyi vardı ki kaybetmişti sevmeye dair olan her şeyi. Hayat’la karşılaştı. Orda anladı ki aşk için ne gerekiyorsa onda vardı. Anladığı an nefes bile almadan sevdi. Murat’ı tanıdıkça sarmaşıklar gibi sardı Hayat’ın kalbini Murat’a dair aşkı. Değiştirdi Hayat’ı bu sevda kanını değiştirdi, koydu zehrini. Düşündükçe daha çok sevdiler birbirlerini. Gitgide sarhoş oldular birbirlerine. Ruhlarını kaybetmiş gibi sadece birbirleri için yaşamaya başladılar. Nefes bile almadan birbirlerine dair oldular. Aşk birbirinin nefesi olmaktı çünkü.
Zaferlerim Hileon
Bir hücrede Hilal yasladı yüzünü Leon’un göğsüne. Belki henüz dalmıştı uykuya ya da dalmamıştı. O hücrede başladı aşkı Leon’un. Sonra şafak söker gibi güneşin saçlarındaki renklerini gördü Hilal’in. Paramparça hissettiği hayatında, parçalanmışlıklarda Leon belki ilk defa bir bütün oldu kim bilir. Hilal imkansızlıklar içinde vatan sevgisiyle dolu kalbinde imkansız biçimde karşılaştı Leon’la.  Şimdi o aşk, Hileon için yok olup gitseler de, sonlarını görseler de, ölümü tatsalar da yenilmeden, yitip gitseler de, sonlarını bilseler de asla düşmeden kazanılacak bir zafer. Zaferlerin en büyüğü değil mi aşk?
Ne Güzel Güldün SuKel

Durup dururken yanına yanıbaşına gelen bir aşktı Kelebek için Su. Su başlarda Kelebek’in sözlerini anlamsız bulsa da tüm karmaşalarda Kelebek her unutuluşta Su’ya hak verirken aşkın aceleye gelmeyeceğini bilirken büyüdü aşk. Su bazen yalandan bazen gerçek güldü Kelebek’e. Yalandan da olsa Kelebek için hep güzel güldü. Ayrı dünyalardandı ikisi. Tanışmak zordu anlaşmak daha zor. Çok kısa zamanda ve belki koşulların zoruyla iyi anlaştılar. Kelebek Su gitse bile, gelmese bile  iyi olsun ;ama daha çok onu unutmasın istedi. Su gitmedi. Sonra gerçekten hiç yalansız güldü Kelebek’e. Kelebek’in ona baştan beri güzel güldüğünü bilerek hem de. Aşk güzel gülmekti.
                                                                                          UmayMasal

And Then There Were None

And Then There Were None
http://www.impawards.com/tv/posters/med_and_then_there_were_none.jpg
2u8ugp2   Bu sefer sizler için Agatha Christie’nin tüm zamanların en fazla satan polisiye romanı ve yine tüm zamanların en fazla satan 7. Romanı olan ‘’On Küçük Zenci’’ adlı romanından, 2015’in son günlerinde yayınlanan BBC uyarlaması, 3 bölümlük bir mini dizi olan ‘’And Then There Were None’’ ı ele aldık.
  Daha önce, tiyatrodan televizyona, radyodan beyazperdeye birçok kez uyarlanmış bir roman olan bu eserin, Agatha Christie’nin 125. Doğum gününü, BBC şahane bir mini dizi ile kutladı.
  Dizi birbirini tanımayan 10 kişinin, U.N. Owen adlı kimseden iş mektubu yada davet mektubu alarak ‘Soldier’ adasına davet edilmesiyle başlar. (Kitap ilk yayınlandığında, çocuk tekerlemesi olan ‘On Küçük Zenci’ adıyla yayınlanır ancak tepki alması sonunda ‘‘On Küçük Asker’’ daha sonralarıda ‘‘And Then There Were None –Ve Kimse Kalmadı-‘’ adıyla tekrar basılır.)  Soldier adası yerleşim yerine uzak ve ulaşımın zor olduğu bir adadır. Herkes adaya ulaştığında tekeksik ev sahipleridir, kendileri daha ortalarda olmadıkları gibi çıkmaya da pek niyetleri yoktur. Hava şartlarında kötüleşmesiylebirlikte, 10 küçük asker –misafir- bir nevi adada mahsur kalır. Daha ilk geceden bir cinayet işlenir ve olaylar yavaş yavaş çözülmeye başlar. ( Bu arada ufak ama bir o kadar da çok önemli bir ayrıntı, her misafirin odasında ’10 Küçük asker tekerlemesi ve yemek masasında da on tane asker simgeleyen heykelcikler bulunmaktadır.)

and.then.there.were.none.s01e01.hdtv.x264-river.mp4_snapshot_10.15_[2015.12.27_09.58.51]    On küçük asker yemeğe gitti,
    Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz,
    Dokuz küçük asker geç yattı,
    Sabah Biri uyanamadı, kaldı sekiz,
    Sekiz küçük asker Devon’u gezdi,
    Biri geri dönmedi. Kaldı yedi,
    Yedi küçük asker odun kırdı
    Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı,
    Altı küçük asker bal aradı,
    Birini arı soktu. Kaldı beş,
    Beş küçük asker mahkemeye gitti,
                                                                                        Biri tutuklandı. Kaldı dört,
                                                                                        Dört küçük asker yüzmeye gitti,
                                                                                        Birini balık yuttu. Kaldı üç,
                                                                                        Üç küçük asker ormana gitti,
                                                                                        Birini ayı kaptı. Kaldı iki,
                                                                                        İki küçük asker güneşte oturdu,
                                                                                        Birini güneş çarptı. Kaldı bir asker.
                                                                                        Bir küçük asker yapayalnız kaldı.
                                                                                        Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.
  

İlk cinayetin işlenmesinden sonra 10 askerimizin birbirlerini suçlamaları ile yavaş yavaş çözülmeye başlayan konu bir başka cinayetin gelmesiyle hem misafirleri hem de izleyenleri oldukça heyecanlandırıyor. Tüm bu olanların yanında işlenen birtakım cinayetlerin masadaki heykelcikler ve tekerlemeyle olan ilgisini öğrenince şaşırıp kalıyoruz. Bundan sonrası dizinin gidişatı için ‘spoiler’ olabileceği için burada kesip dizi hakkında ufak bir değerlendirme ile yazımı bitiriyorum.

   Toplam 3 bölüm olan ve her bölümü ortalama 55 dakika süren, tipik bir ‘’oda tipi’’ve ‘’katil kim’’ polisiyesi olmasına karşın işleniş biçimi ve çekimleriyle oldukça ilgi uyandırıcı bir yapım olmuş. Karakterlerin itirafları sonucunda onların geçmişleriyle ilgili bilgileri öğrenip acaba katilin kim olduğunu tahmin etme konusunda izleyiciyi oldukça zorlayan bir dizi. Ayrıca daha önce kitabını okuduysanız bile, sadece ekran uyarlamasını görmek için bile izleyin çünkü, kitabına sadık kalınmadan yapılan çoğu kötü uyarlamanın aksine kitabın da üstüne katarak iyi bir biçimde ekrana uyarlanmış. Zaten hiç okumadıysanız veya katilin kim olduğunu herhangi bir yerde okumadıysanız size şiddetle tavsiye ediyorum.

Little Grey Cell
maxresdefault







8 Şubat 2017 Çarşamba

Toygar Işıklı- Unutulmaz Dizilerin Ruhu


‘Müzik, başka bir seyyaredir.’ Daudet
Tutku, mutluluk, acı, yalnızlık, aşk, hüzün… Hepsini ve daha fazlasını kapsayan melodiler… Ortalama 3 dakikalık, diyardan diyara seyahat ederiz kulaklarımıza dolunca. Gerçekten de ruhun gıdasıdır. Onsuz bir hayat ya da onu keşfedememek nasıl olur, bilemem. Yaşamımızın her anında olan müzik, anlama daha da anlam katar varlığıyla.
Düşünün... İzlediğiniz bir sahne bile müziğin sesini açarsanız bambaşka görünür gözlerinize; hissettikleriniz yoğunlaşır, etkisi daha da artar üstünüzde. İşte tam da bu duygulardan yola çıkarsak ki konumuz: Her akşam vazgeçilmezimiz olan dizilerde yer alan müzikler ve özelinde ise bu işe yıllardan beri gönül vermiş olan Toygar Işıklı…
Bu doğrultuda ilk olarak şunu diyebiliriz ki; dizileri izlememiz, sevmemiz için kendimize göre bir çok neden bulunmakta. Oyuncu performansları, dizinin içine çeken hikayesi, dizi çiftinin çok sevilmesi gibi… Bunların yanında müzik unsurunun da azımsanmayacak etkisi olduğunu düşünmekteyim. Müzik seçimi, sahneye verdiği duygu bambaşka bir boyuta geçmemizi sağlıyor bence. Ve şu an yayınlanan diziler arasında Toygar Işıklı bu etkiyi yaratmada ilk sırada bulunuyor dersek yanlış olmayız sanırım.
Çoğumuz tarafından ilk Yaprak Dökümü ile dikkatleri çeken Toygar Işıklı; dizi müzikleri sektöründe birçok yapıma eşlik etti, etmeye de devam ediyor. Bu süre zarfında Ay Yapım ile çalışan ve hepimizin severek izlediği dizilerde yer alan müzikleriyle duygudan duyguya sürüklenmemizi sağlayan Işıklı’nın geçmişte iz bırakan dizi müzikleri olarak şunları sayabiliriz:
* Yaprak Dökümü
* Kırık Kanatlar
* Dudaktan Kalbe
* Menekşe ile Halil
* Aşk-ı Memnu
* Ezel
* Samanyolu
* Fatmagül’ün Suçu Ne?
* Kuzey Güney
* Al yazmalım
* Son
* Karadayı
* 20 Dakika
* Medcezir
* Kurt Seyit ve Şura
* Kara Para Aşk
* Beş Kardeş
* Analar ve Anneler
Hepsi birbirinden güzel projelerde dinlediğimiz müziklerin, dizilerin daha da başarılı olmasının, farkındalık yaratmasının en önemli etkenlerden birisi olduğu kanısındayım. Yalnız bu listede yer alan bir diziye kendimce bir yıldız koymam gerekirse, Ezel bunu; hikayesiyle, oyuncusuyla ve yayınlandığı dönemde müzikleriyle yarattığı sükse ile kesinlikle hak ediyor bence. Sonrasında Karadayı, Fatmagül’ün suçu ne?, Kuzey Güney, Medcezir ve tabii ki Aşk-ı Memnu her yönüyle öne çıkmayı başaran diziler oluyor.
Günümüze gelirsek de İçerde, Cesur ve Güzel, Kara Sevda, Bu Şehir Arkandan Gelecek ve Bana Sevmeyi Anlat dizilerine besteleriyle katkıda bulunmaktadır kendisi. Gerçekten aynı anda birden çok yapıma elinin değmesini sağlayan bu ilhamın nereden geldiğini çok merak etmekteyim. Her dizinin hikayesine, çiftine, temposuna göre beste yapabilmek; dizi haricinde bile dinleme arzusu uyandırabiliyorsa bu durum kesinlikle ayrı bir tebrik gerektiriyor sanırım.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki özel ilgimin de olmasından dolayı bestelerin, şarkı seçimlerinin bir projenin yükselmesinde etkisinin büyük olduğuna inanmaktayım. Müzik, insanı çağırır çünkü. Bize de burada düşen çağırıya cevap vermektir. İzlemenin ayrı, dinlemenin ise daha ayrı keyif verdiği nice projelere diyelim. Ve Toygar Işıklı… Emeklere saygılar…
Not: Bu aralar favorim Cesur ve Güzel’e eşlik eden mükemmel müzikler. Soundtrackini dört gözle beklemekteyim.
                                                                Müge

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bodrum Masalı-22.bölüm

‘‘Kök verdi kara sevda yüreğimde,
Hikayeler anlattım ona sessizce büyüsün diye,
Sustu, o sustukça yok sandım.
Sonra hikayeler bitti,
Gerçeğe uyandım...
Oradaydı, koskocaman bir aşk,
Ne yapacağımı bilemedim.
Acısıyla ona teslim oldum...’’  
Yıldız ve Faryalının çok eskiden ve belki daha çocukken atılmış aşklarının tohumu yüreklerine. O tohum büyümüş büyümüş kökleri derinlerde koskocaman bir ağaca dönüşmüş. Hayat geçmiş, ağaç sert fırtınalardan birinde gövdesinden kırılmış. Öyle kırılmış ki, bir daha yaşamaz sanılmış, kurur gider sanılmış. Mevsimler geçmiş, ağaçlar sararmış, kar gelmiş uyumuş tüm tabiat ve sonra bir gün bahar yeniden çıkıp gelmiş. Baharın tatlı meltemiyle nemlenen öldü sanılan ağaç, güneşle yeniden filiz vermiş. Hem de iki koldan. Gövdeden gövdeler çıkartıp dallarını uzatmış gökyüzüne.
Yıldız’ın  ve Faryalı’nın yaşanamayan sevdasının kozası o kadar işlemiş ki ikilinin hücrelerine, o hücreler kendilerinden çıktıktan sonra dahi bir yolunu bulup aşina oldukları diğer parçaya ulaşmayı başardılar galiba. Faryalı’dan alınan genler Yıldız’dan gelenleri bulmayı başardı bir şekilde. Kelebek ve Su’yu biliyorduk da, bu hafta Aslı ve Ateş’in de bu sevdanın rahminden doğduğunu anladık. Haftalardır Ateş acaba Faryalı’nın oğlu mu diyerek etrafında döndüğümüz çembere bir anda Aslı’nın dahil olması hepimizi şaşkına çevirdi. Hikayemizin eksik parçalarının tamamlanmaya başlamasıyla bazı düğümler açılırken yerine yeni düğümler ekleniverdi.
Daha bölümün başında Yıldız Otel çatısı altında biraraya geldi Evren’i evleri gibi geride bırakan Ergüvenler, Faryalı ve Kelebek. Burada insan düşünmeden edemiyor, aile dediğin nedir diye? Aile kanımdan dediğin ama senin yanında durmayanlar mı yoksa kanından olmasa da seni koruyup kollayan mı?  Sonra bu çatının altına başka bir sorgudan gelen Aslı da geldi. Burada bir parantez Ateş oğlana, ne güzel büyüyorsun sen öyle. Evim sensin dediğin Aslı’ya ev olma telaşınla, sahip çıkma çabanla başındaki onca derde inat geçmişi yeniden yazma halinde Ateş oğlan eksik gedik ne varsa toparladın bu hafta. Önce minimalize edilmiş bir tekrar geçtin geçmişe dair sonra mutluluk iksiriyle Aslı’nın gücü oldun. Ne güzel sahneydi, AsAt’ın tanışma ağacını bir portakalla, yolculuklarını minik motorsikletle, adadaki ateş başındaki yeniden tanımlama halini ve belki Ateş’in aydınlanışını o mumla sonrasında kaybetme korkusuna inat direnmelerini o balıkla anlatması Ateş’in. Ateş Aslı’yı en başından beri bildiğini ama bilmezden geldiğini ve pişman olduğunu ne güzel anlattı. İçinde babası olmasına rağmen ıssızlığa dönüşen babasızlık boşluğuna rağmen Ateş ailesini arayan Aslı’ya kol kanat gerdi. Otelde yanıbaşında olan Aslı’nın yüreğinden yüzüne dökülen hüzne , parçalanmış hayatına dokunup sağaltmak için uğraşıp durdu. Bu hafta neresinden bakarsak bakalım Ateş ve Aslı biz oldu. Yalnız Ateş’e dair iki endişem var. Birincisi ailesini kurtarmak derdine düşmüşken okuldan, üniversiteden uzaklaşması ikincisi ise bunca yükün altında gerçek bir kahramana dönüşürken bir yerde patlaması. İkisi de olmaz umarım. Aslı’nın gizli desteği Uzay’a gelince Alara’ya aşkı azala azala biten Uzay’ın Aslı konusundaki empatisinin hala arkasındayım. Uzay Aslı’ya aşık olmayacak umarım. Olursa da AsAt için tehlike olmayı tercih edeceğini düşünmüyorum. Uzay’ın asıl istediğinin kabul görmek ve sevilmek olduğu konusunda ısrarlıyım ;ama göreceğiz.
Su ve Kelebek ise, Ateş’ten gizlendiklerini sanarak hala kaç kovala oynuyor. Her şeyin farkında olan Ateş ise, olanlarla eğlenerek bir nevi intikam alıyor. Yıldız Otel’in en enerjisi yüksek çifti SuKel. Öpüşmesi, koklaşması, kıskanmasıyla. Galiba Faryalı-Yıldız aşkının dinamik gençliği ikilimiz, bunalımlı kısmı AsAt’ın sırtında.  Bir taraftan da Kelebek, Aslı dostluğunun derinliğiyle yüzleşiyoruz her hafta. Ciddi bir bütünlük Aslı-Kelebek. Öyle içten, öyle candan, öyle kandan galiba: ) Su ise, ilk aşkı babasına bir yerden tutunma telaşında hala. Ona ne olursa olsun güvenmek istiyor. Ateş’in çoktan kaybettiği güveni Su bir yerinden yakalamak için uğraşıyor ;ama korkarım bu konuda yaşayacağı hayalkırıklığı bu bölümde yaşadıklarıyla sınırlı kalmayacak. Ateş’in Faryalı’yı baba yerine koyma haline Su’nun da katılıp katılmayacağını da merakla bekliyorum. Yine evi kurtarma çabasındaki Faryalı’ya sarılan Su bu konudaki sertliğini kıracağına inancımı arttırdı diyebilirim.
Şimdi bölümün yeni ;ama hızlı karakterine gelelim. Bora... Gerçekten Bora, adını taşıdığı rüzgar gibi sert girdi Bodrum Masalı evrenine. Hikayesindeki acılı geçmişe selam verilse de çokça üzerinde durulmadı bu durumun. Ailesizliğin anlamını iyi bilen Bora’nın Gözde’nin bebeğini koruma kollama çabası garip değilse de Evren gibi bir kimliğe bu denli güç bahşetmesi bana ilginç geldi. Bora’nın kafasında nasıl bir hesap var bilmiyoruz. Bunun  sadece Gözde için girdiği bir savaş olduğuna yönelik şüphelerim var. Şu an Yıldız Otel sakinleri için baskı unsuru olmak dışında bir yaklaşım görmesek de Bora’nın ,tıpkı Uzay gibi, yaralı çocukluğunun o otelle ve içindekilerle daha yakın hale gelmesi bana göre oldukça mümkün. Göreceğiz. Ama her şey bir tarafa Timuçin Esen ve Nejat İşler’i karşılıklı izlemek inanılmazdı. İki eşit güçte rakibin, Faryalı ve Bora’nın, ne için olacağını bilmediğim ;ama derinden derine geldiğini hissettiğim rekabeti siyahla beyazın mücadelesinden çok grilikleri de barındıran bir resim gösterecek bize sanki.
Aslı’nın arayışının sahne geçişi anlamında Yıldız ve Faryalı’ya dönüşüne geldiğimizde; kafamızda acabalarla daldık resme. Aslı Faryalı’nın kızı mı? Faryalı Bora’nın teklifini kabul etti mi? Sonra haftalardır ilk defa Faryalı ve Yıldız’ın teslim olduğu aşkla sorular havada kaldık. İnsan bazen kendi aşk acısının ulağı oluyor. Aşkı için için kendinde yaşıyor, acısını, mutsuzluğunu kendisi çekiyor, sonra mektubunu kendisi yazıp zarflıyor. En son mektubunu kendisi götürüp ulaştırıyor. Lunaparkta çocukluktan gelen aşkın vedası mıydı izlediğimiz? Faryalı kendi aşkının ulağı gibi Yıldız’ın dudaklarında mı bıraktı aşkının damgasını? Yoksa artık çocuklukta kalan aşkın hatasından, yükünden başka bir boyutuna mı evrilme çabasıydı?
Sonuç olarak Bodrum Masalı’nın bu bölümü masal masal içinde, kişi kişi içre bir bölümdü. Asım’ın canının yanmasında baba nedir dediğimiz, Faryalı’nın çabasında sorularla kaldığımız, Yıldız’ın ne zaman silkeleneceğini merakla beklediğimiz, Aslı için düğüm düğüm olduğumuz, Ateş için hüzünlü bir gülümseme sakladığımız, Su’nun kırılmasına ah dediğimiz, Kelebek’e için için aktığımız, Bora’yı ise anlamlandırmaya çalıştığımız bir bölümdü.  
Son demde; aşk acısı kişinin kendisiyle hesabını, hatalarıyla yüzleşmesini içerdiğinden önemli ve saygıdeğer bir olgudur. Büyütür. Değiştirir. Aşk her yerde, her şeydir.
Emeklere saygıyla...
                                                                                                             UmayMasal