27 Mayıs 2018 Pazar

“Ben obsesif değilim, duvarlar yamuk”- YağHaz

Çünkü herkes öldürür sevdiğini...
Avuçta bir parça keder, bir parça farkındalık, biraz da kırıklık. Yağız ve Hazan’ın hikayesi bundan ibaret. Onları sevenler için elbet. Oysa ne güzel olabilirdi aşk aşka teslim olabilseydi gerçeklerin boyunduruğunda kalmış sahteliklere inat kurguda bari sadece aşk kazanan olsaydı. Olmadı, oldurulmadı. Sebepleri beni bağlamaz. Kişiler de. Ben hikayelere bakarım hep öyle yaptım. Hikayenin ruhuna ihaneti de hiç affetmedim. Affetmeyeceğim. Bölüme dair söyleyeceklerim var elbet. Ama önce annelik ve babalıktan dem vuralım.
Babalık özellikle oğulla olan ilişkide çoğu zaman dalgalı bir seyir izler. Sevgisizlik, mutsuzluk, hatta gerilimli. Babayla olan ilişkide acıklı bir pişmanlık ve ulaşamama duygusu vardır. Babanın affına sığınma, ondan onay bekleme, en önemlisi onu affetme duygusu vardır. Babaları yüzünden zorluk yaşayan erkekler ancak babaları yaşlandığında onu anlarlar. Hatta affederler. Niye bunları anlatıyorum? Eğer doğru bir kurgumuz olsaydı ve yazanlar kurguya ihanet etmeseydi Yağız ve Hazım ilişkisinde çıkabilecek dinamik ne olurdu büyüteciyle bakmak için. Mahir Günşıray gibi bir oyuncunun Hazım’a yükleyebileceği anlamlar ve Yağız gibi bir karakterle bu çizgide yaşayacağı çatışmanın aslında altının ne kadar dolu olabileceğini görmek için. Dün akşam izlediğimiz hepi topu üç-üç buçuk dakikalık sahnede istense bazı noktaların nasıl altının çizilebileceği aslında üçgen merkezli çatışmanın miadını çoktan doldurduğunu kendi kalemiyle itiraf etti yazan kişi. Babası gibi olma ya da en azından kendisine anlatılan gibi biri olma telaşındaki Yağız’ın Hazım’ın ona idealize ettiği kendisine öz evlatlarından yakın olması üzerine ne konuşmalar yapılırdı oysa. Sevdiği kadına şiirler okumanın romantizmine kapılan üvey evlat Yağız’dan kadınları meta olarak gören ve bu yönü ne hikmetse bunca bölümdür yüceltilen öz evlat Sinan’a. İlginç di mi? Oysa derdimiz güçlü kadınlar ve onlara saygı duyan erkekleri yüceltmek olmalıydı. Ah tabi dizi bu dizi. Unutmuşum üzgünüm. Ailesi tarafından kabul görme isteğinin hiç karşılanmaması belki Yağız’ın bunca çirkinliği kabullenmesini sağlayan dinamik olarak yeterlidir ama buradaki temel sorun da bana göre şöyle çıkıyor, köprü bitti sona geldik ve buralar çoktan geçilmesi gereken yollar, tamamlanması gereken parçalardı. Kısaca Hazım ve Yağız dinamiği de pek çok şey gibi harcandı, küçücük bir ergenin elinde oyuncak edildi.
“Kusursuzluğu unutun. Her şeyde çatlak vardır ve ışık böyle girer içeri..”, der Leonard Cohen. Biz Fazilet’ten kusursuz olmasını beklemedik hiç. Diziye adını veren karakterimizin çatlaklarından ışık girsin istedik sadece. Hatalar yapsın ama o hataların içinden sadece kızları için doğruyu da bulsun istedik. Böyle olsun ki Fazilet’le empati kurabilelim istedik. Ona kızalım ama onu da sevelim istedik. Mümkün müydü? Mümkündü çünkü Nazan Kesal vardı. Ama o mümkün, mümkün kılınmadı. Annelik kadınlığın her halini barındıran muazzam bir detaydır derler. İdealize edilen ama o oranda yapılan hatalarla öğrenilen. Duygudur annelik, sevgi, kabul ve bir parça yitiriş. Hazan –Ece- Fazilet hattında biz bu anneliği, “Anayım ben ana” repliği dışında sanırım sadece akşamki bölümde gördük. Koca bir kısırdöngüde güya yaptıklarının bedelini ödeyen Fazilet. Ece’nin annesine en çok ihtiyacı olan zamanda kızının yanında olması engellenmiş, kendi oyunlarıyla parmağına takılan yüzük nedeniyle kıvranan Hazan için bir şey yapamayan Fazilet. Yağız’la kızı arasındaki duygular, yaşanmışlıklar karşısında dili tutulan Fazilet. Peki samimi mi bu hamle? Üzgünüm. Kızı ölmek üzereyken canı pahasına o mezardan kızını çıkaran adama bir teşekkürü çok görüp üzerine kızının duygularını bilmesine rağmen paraya oynayan kadına dönüşmeseydi Fazilet belki samimi gelirdi. Mesela deseydi kızına; kızım yanlış bu, bu iki adam birbirini kardeş biliyor, canları yanar,senin de canın yanar, sen ikisinden de uzak dur, ne sen yan ne onlar, belki inanırdım ben Fazilet’in anneliğine. İnanmıyorum artık. Çünkü hayal evreninizi üzerine kurduğunuz Fazilet’i bile boşalttınız itinayla. Kutsama beklemedik ki biz. Biz aklıyla, duygusuyla, hatta defosuyla yaşayan bir kadın olsun dedik Fazilet için. Anne olsun dedik. Hata yapsın ama dönsün dedik. Neden böyle biri olmayı seçti, altı dolsun dedik. Çok şey demişiz. Çok şey beklemişiz. Yapamayacağınız, yazamayacağınız kadar çok şey. Hazan’la Fazilet çatışmasının tıpkı Hazım Yağız çatışmasında öngördüğümüz gibi olması mümkündü. Olmadı, oldurulmadı. O yüzüğü bir gün bile takmaya tahammül edemeyen kızın ruhunu boşalttığınız gibi annesiyle çatışmasının etkisini de yok ettiniz. Bunu neden yaptınız? Evreninizin en boş karakterine uyum göstersinler diye mi? Mümkün. Her şey mümkün.
Sinan’a ilişkin yazacağım bir şey yok. Zira sadece benim fikrim olmayarak söylüyorum, akşam diziyi beraber izlediğim farklı yaşlardaki kişilerin de ifadesi gibi, öyle saçma ki yaptıkları hani sözcüklerle arası iyi olan benim için dahi yetersiz kalıyor lügat. Yağız’ı lanetleme biçimine gelince; siz orda bir aşkı değil kadınlık gururunu da hiç ettiniz bilin diye söylüyorum. Hazan’ı , Yasemin’i hatta sonrasında Nil’i. Siz kadın olma kavramını yok ettiniz. Ahlak üzerinden dimdik Yağız’a çıkması istenen Hazan yolunu bir kaçıştan başka bir şeyin kurtaramayacağı zavallılığa çevirdiniz.  Aslında neden şaşırıyorsam. Haftalardır bunu yapmıyor musunuz? Buz gibi neye yüründüğü belliyken hem de. Hızla Yağhaz aşkının altını boşaltıp başka ufuklara yelken açmak için ortam hazırlıyorsunuz. Sorun, işe yarayacak mı? Göreceğiz.
Gelelim Hazan’a aşkını bile Sinan’ın önünde itiraf ettirdiğiniz Yağız’ın Hazan’la olan sahnesine. Orhan Veli, Vazgeçmek Mümkün Olmasın, şiiriyle Yağız’ın ağzından ruhunu uçururken uçurtma gibi Yağız’la Hazan’ın üstünde o sarılmaydı sanırım bunca sorunun cevabı. Bu saçmalığa neden katlanıyoruzun cevabı, neden YağHaz’ın cevabı. Öyle bütün, öyle gerçek, öyle samimi. Repliklerindeki boşluğa rağmen öyle, biz. Sarılmak dünyanın en romantik şeyidir. Yağız ve Hazan Türk dizi tarihinin en iyi sarılan çifti olarak tarihe geçecek bence. Zira her sarılmaları başka anlam taşıyor. Şu ana kadarki üç sarılmada da ayrı ayrı duyguları ayrı ayrı jestlerle verdiler bize. İlk havaalanında aşkın farkında olmaksızın gitme , kaybetme korkusunu; hastanede iyi olduğunu bilmenin huzuruyla kimseyi görmeden aşık olmayı; ikinci havaalanında aşkın karşılıklılığında ondan vazgeçmenin acısını; bu son sarılmada ise Hazan’ın Yağız’a sahip çıkışına sığınan Yağız’ın aşkla teslim oluşunu. Bedenlerinin duruşuyla bile bu aşkı hissettirirken rönesans tablosu gibi olan bu çiftin hala ısrarla konuşamaması nasıl kanıma dokunuyor. Hazan gibi bir kızın Sinan’ın durmayacağını bile bile artık aşkını yalana kurban etmemesi gerektiğini anlamaması nasıl sıkıntı yaratıyor ruhumda. İnanın izleyen herkes böyle hissediyor. Yağız’ın Hazan’ı ötelemesi, iki hafta önce zerre takmadığı yüzüğü kardeşinin gerçeği görmesi, bir hafta önce çat kapı girdiği odaların kapılarında giremeden dolanması gibi devamlılıktan uzak ve saçma. O yüzüğün ne için o parmakta olduğunu bilmesine rağmen , aşkına büyük bir karşılık aldığını bilmesine rağmen hem de. Bu aşkı bir seni seviyoruma muhtaç bırakan kalemler kırılsın. O ortamda birbirlerine atılmalarını, dertleşmelerini, acılarını bile paylaşmalarını engelleyen zihinler kurusun.  Ne diyim kurguya ihanetiniz kutlu olsun.

Ek sahne.. Bu kısım kurguya olan saygım, gerçeklerinden daha güçlü hikaye kahramanlarına selamımdır.
Yağız- Neden geldin?
Hazan-Senin için, senin yanında olmak için.
Yağız- Parmağındaki o yüzükle yanımda olamazsın, olmadın ki, belki hiç olamayacaksın.
Hazan- Bu yüzük benim prangam biliyorsun. Neden parmağımda biliyorsun. Kalbimdekinin bu olmadığını biliyorsun.
Yağız- Kalbindeki, kalbimizdeki.. Bu yaşadıklarımız, olanlar...
Hazan- Haketmedik, haketmedin. Biz sadece sevdik. Tamam yanlış zamanda anladık ama sevdik.
Yağız- Anladık deme. Ben en doğru zamanda anladım seni sevdiğimi. Sen beni anlamadın.
Hazan- Haklısın. Ben bir hayalin peşinde sürüklenirken gerçeğimin sen olduğunu anlayamadım. Sana bakarken, senin gitmenden korkarken içimde büyüyen şeyin aşk olduğunu anlayamadım.
Yağız- Senden kaçarken sana nasıl tutulduğumu anlatamadım. Senden vazgeçemedikçe senden kaçmak için çabaladıkça nasıl bir batağa girdiğimizi anlatamadım.
Hazan- Güvendiğim ellerinken, aradığımın hep senin gözlerin olduğunu anlayamadım. Öfkemin, nefretimin, güvenimin muhatabı adam ben senin aşk olduğunu doğru zamanda anlayamadım. Bak bedeli. Zincirliyim. Sana gelmekten başka istediğim bir şey yok. Sana sımsıkı sarılıp göğsünde hapsolmaktan başka beklediğim yok.
Yağız- Sensiz sevdim ben. Seninle sevmenin ne olduğunu anlamama yaşamama izin vermediler. Başta kendim izin vermedim. Şimdi burda karşımdasın ve bana senden başka bir şey istemiyorum diyorsun.
Hazan- Küçük bir kız çocuğu gibi evet, sadece seni istiyorum. Her şeye rağmen. Çünkü seni çok seviyorum, çok.
Yağız- Hayatta sadece seni istiyorum, herkesin yoluna gittiği o noktada sadece sen yanımda ol istiyorum. Çünkü seni çok seviyorum.
...........................................
Hamiş: Dünyayı aşk kurtaracak. Öylesine değil ama. Bir gün aşk çekilip gittiği gerçeklikten sekip yaşamaya başladığı kurguda intikamını almayı bırakıp yeryüzüne konacak. O vakit anlayacak insan aşkın ne büyük bir güç olduğunu. Gülümseyecek, dürüstlere. Kalbini, ruhunu başka şeylere satmayanlara, acısını içinde tutup gülümseyecek. Üfleyecek onların ruhuna aşkı. Sonra dünya kurtulacak. Aşka inancıyla direnenlere, bu hikayede en çok Yağhaz fandoma... Herkes öldürür sevdiğini, içi acısa da.
                                                     UmayMasal

     

19 Mayıs 2018 Cumartesi

Kışın Çocuğu (Yağız) –YağHaz

“Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi mavi, yeşil bir şeydi
Seni öpmek nefes gibiydi, yüzyıllık bir yalnızlığın uykusundan uyanmak gibi.”
Söz uçar yazı kalır. Aşk uçar ,acı kalır. Aşkı yırtarak kurtaramazsınız kendinizi ortasında bıraktığı acıdan, mektubu yırtarak kurtarırsınız. Aşk acı gibi, mektup kılığında çok gitti geldi aramızda. Bakış oldu o mektup, zarflandı, pulu yapıştı. Gitti geldi. Söz olmadı. Mektup kalmayınca acıdan da aşktan da kurtulurum sandım.  Çünkü aşkın acısı paylaşılmıyor. En iyisi kendi kendine yaşamak, ıssız, sessiz, tenha, kapalı, mezar gibi. Kapatmak lazım aşkı en dibe. Kutuya koymak, gömmek, belki tabuta tıkmak , üstünü toprakla kapatmak gerek. Bağırmasın içinizde, sussun; acıtsa da duymamak lazım sesini. Zamanı lime lime etmek lazım. Paylaşılan zamanı, her bir parçasını başka kuytuya saklamak lazım. Gitmek belki o acıdan , o aşktan gitmek lazım. Kaçmak lazım, üstüne kapılar kilitlemek. Belki bağırmak lazım içten içten “günlere bakarsın katı katı, üzerine çekersin perde...” perdelemek lazım. Görmesinler, duymasınlar, bilmesinler. Üşümek lazım, donmak. Tabuta tıktığın o sevdanın yaslı kışında donmak lazım. Donsun ki acı azalsın. Soğusun. Varsın hayat donsun, varsın yaşam kalmasın, acı soğusun. Acı buz kessin, hissedilmesin. Hissedilmesin yeter ki, sussun. Gözlerimdeki gözlerin sussun. Yaşayamadığım sen sussun. Her şey ama her şey buz tutsun. Yok olmasın ama koca bir kışın, ömürlük kışın altında uyusun.
Kaçamadım, susamadım. Seni buldum, başka yollara, başka kıtalara saklanmak istedim, saklanamadım. Beni buldun. Biz’i buldun. Gömdüğüm ne varsa çıkarttın, gözlerindeki sözlerle önüme koydun.
Oysa saklandığım çocukluğumla ne rahatmışım. Korkularımı bilerek, kendimi bilerek; bu kadarım diyerek ne kadar belirli ne kadar sağlam ve dengeliymişim. Büyümek ve gerçek kendiniz olmak güç ister demiş, Cummings. Benden büyümem istendiğinde ben güçlü müydüm ki? Bana git dendiğinde içimdeki çocuğun dikenleri kirpi gibi saplandı kalbime. Ben sökemedim ki o dikenleri içimden. Annem oldu o dikenler korktuğum gecelerde , babam oldu battı. Derine, derine battı. Dağladı beni. Acıya alıştırdı, sevgisizliğe alıştırdı. Alıştım ben. Uzaklaştırılmaya alıştım, beklenenleri yapmaya alıştım. Alıştım ben. Şimdi durdum bakıyorum. Hayattaki tek derdi ailesinin parçası olmaya çalışmak olan bana bakıyorum aynada. Kibir maskesinin arkasına saklanan, yalnızlığın kıskacında solumaya çalışan bana bakıyorum. Ipıssız bir adaya dönen ruhuma bakıyorum. Nefesimi kesen korktukça yalnızlıktan sarıldığım kibrime bakıyorum. Nefes, nefes, nefes. Ne zamandır almıyorum ben o nefesi? 12 yaşından beri mi? Yalnızlığın dört duvarıyla çevrelendiğimden beri mi? Kardeş rekabetinin orta yerinde sahiplenici rolünü giydiğimden beri mi? Kendim olmama kendimi bulmama izin verilmediğinden beri mi? Hayat aile, aile hayat çizgisinde zorunda kalarak tutulduğumdan beri mi? İstediğimi yap, sahip çık, ağabeysin sen, Yağız’sın sen, yap. Çözmen gerekeni çöz, anlaman gerekeni anla, yapman gerekeni yap, hissetmen gerekeni hisset. Hisset. Ama gerekeni hisset fazlasına yer yok. Kaç ,daha uzağa kaç. Açma sakın kendini, duvarlarını ör içeri alma. Acılar güç verir acını çek. Gözlerim buzlu bir camın arkasından bakıyordu benim. İçimi soğutmuştum ben.  Duygu yok. Duygu iletişim getirir çünkü, yakınlık kurdurtur, hatta aşık eder. Hatta Aşık eder. Etti. Etti engel olamadım. Sana aşık etti, durduramadım. Direndim. Olmadı.
Seni ilk gördüğümde hangi yalanın parçası olarak karşıma geldiğini bilmeden nefret ettim senden. O yalanın en seven sandığımın ağzından çıktığını bilmeden nefret ettim. Nefretin bir duygu olduğunu hesaplamadan yüzüme açtığın yaraya öfke  duydum. Seni buldum, annemi kaybettim. Paralellik mi? Anneme karşılık sen mi? O gece sana gelmem miydi cezam, annemin kaybında hayat bulan yoksa sen benim yaşayacağım tüm kayıplara karşılık sığınacak bahar mıydın? Bilmedim. Düşünmedim. Bana düşman gibi bakan gözlerinden alamadım gözlerimi sonra. Milan Kundera haklıymış, nefret bizi düşmanlarımıza çok sıkı bağlayarak hapsediyormuş. Ben senin gözlerindeki karanlığa hapsoldukça kılıç gibi kestin nefretimi. Nefretim seni tanıdıkça sevgiye dönüştü. Sevgi nefretle başlıyormuş öğrendim. Sevgiyi önceleyen , neyi istemediğimizi , neyin dışına çıkmak istemediğimizi bilmemizmiş. Nefret keşfetme duygusunu ortaya çıkarıyormuş. Onun dışına çıkmayı kolaylaştırıyormuş. Keşfettim seni.  Bildim. Ben seni bildim. Bildikçe sana tutuldum. Tutuldukça pişman oldum. Pişman oldukça tutuldum. Öğrendiklerimi aldın elimden. Almana izin vermemek için sımsıkı tuttum onları. Bir bakışla ruhumdaki kış yarını bahara döndürmene kapılmamak için kovaladım seni kendimden. Gözlerine değil sözlerine inandım. Yaralarımızın ortaklığından tanıdığım ruhuna değil , küçük kız çocuğu hayallerine inandım. Ruhum yıprandı, duygularım yıprandı, bu günbegün insanı öldürebilecek bir histi. Karanlık. Bıraktım sarsın etrafımı. İzin verdim. İrademle en derine gömdüm seni. Bir mezar kazdım. Annemin yanına. Kalbimin ortasına. Gömdüm seni. Üstüne yazdım bir kar tanesi kayıp gidecek, eriyip yitecek. Susacak içimdeki ses, susacak mektup gibi söze dökülmeden akan gözler. Kapattım gözümü. Sustum. İrade meselesiydi. Özgür irade mi özgürlük mü? Tercih mi zorunluluk mu? İçimdeki sonsuz koşullar zincirine bağlı iradem. Kardeşliğe , babalığa , aileye dayanan iradem. Bana ve yine bana dayanan iradem. Beni eylemsizleştiren iradem. Gömdüm seni. Sevdamı gömdüm. Ta ki biri seni gerçekten o mezara gömene dek. Ben o mezarda seni çıkartırken tırnaklarımla kazıyarak, arkamı kollamadan, hayatı yok sayarak, aslında kalbime gömdüğüm mezardan da çıkarmışım seni. Sevdam senin bedeninde gün yüzüne çıkmış ve ben buna kocaman gülümsemişim aslında. Hayatta olmana, benimle olmana, benim için olmana kaybettirecek olduğu onca şeye rağmen ıssızlığımdan beni kurtaran sana kavuşmaktı beni gülümseten. Sen benim yetim çocukluğumun oyun arkadaşı, sen benim ölümlere dayandığım omzum, vicdanım, imkansızım, bana rağmen aşkım... Keşke dediğim pişmanlığım, iyiki dediğim sığınağım. Kara sevdam, aşkım. Suskunluğum.
Şimdi senin de beni sevdiğini biliyorum. Aramızda duran sırlara rağmen , engellere rağmen seni çok sevdiğimi ve bundan vazgeçemeyeceğimi biliyorum. Öyle sevdim ki seni. Her ilmeği boynuma geçe geçe, öyle bile bile sevdim ki seni ,senin beni sevme ihtimaline tutunmadan; şimdi sen beni seviyorken kaçar mıyım? Senden başkasının kalmadığını göremeyecek kadar kör ve sağır mıyım? Sadece...
Her şeyin bir zamanı var. Seni seviyorum demenin bile bir zamanı var. Şimdi sen o güzel gözlerinle bana bakıp “zaman sessiz bir testeredir” diyorsun biliyorum. Ağır ağır kesecek bizi. Hayır. İzin vermem. Bak Milena’m seni kaybetmekten öye korkuyorum ki, belirsizliğin verdiği o hazza tutunamıyorum artık. Sana, her detaya tutunup parçaları topluyorum.  Seni öptüğümde aldığım hayat nefesi olmadan yaşamam mümkün mü sanıyorsun artık? Sen beni öptüğünde tüm imkansızlığına rağmen uyandığım sevdanın karşılıklı olduğu masala veda eder miyim sanıyorsun? Tökezleyeceğim elbet, savruluyorum, susuyorum. Ben yaşamayı bilmiyorum ki aşkı. Yaşamamam için yapılacakları biliyorum. Seni kazanmak istiyorum. En çok seni seviyorum. Benim kalbim benim acım değil artık, hayata dönmüş ve varolmuş bir bizlik var. Biz. Sadece biz. Sağaltacağın öperek iyi edeceğin yaralarım var, sarılıp kanamasın diye kapatmak istediğim yaraların var. İçimde kalmana, bende kalmana, masumluğunun gerçekler karşısındaki ayakta duruşuna ihtiyacım var. Sana muhtacım. En baştan beri bana koşan ellerine, en baştan beri sana koşan ellerimi tutmana ihtiyacım var. Artık dayanmak ne zor biliyor musun? Sana başkasının parmaklarının dokunmasına katlanmak ne zor? Kalbinin bana ait olduğunu bile bile o prangaya bakmak ne zor? Senden başkası kalmazken, inandığım, öğrendiğim her şey çözülürken mezarda fısıldadığım, mezardan çıkardığım aşkım, sen dile düşerken sabretmek ne zor? Bekliyorum. Elini tutacağım, prangadan seni kurtaracağım anı bekliyorum. İçime içime bağırsam da ben seni çok seviyorum. Varsın dudaklarımı mühürlesinler ben sana gözlerimle koşuyorum. Varsın haketmeyen kabuslar araya girsin tüm düşmanlığıyla, ben burdayım. Elini tutacağım anı bekliyorum. En acı anlarda bile sana gülümsemeyi başaran ruhumla sana hazırlanıyorum. Çoktan parçam olduğunu bile bile sana koşuyorum. Arkamda deli rüzgar. Tamamlanacağımız güne şafak sayıyorum.
Yağız’a sor dediniz. Sordum. Hazan ne ki senin için? Hazan’a neden koşmuyorsun? Onu da kesmedim. Bıraktım konuşsun gönlünce. Araya da girmedim, bölmedim. En son sadece bunları Hazan’a söyle oldu mu dedim.
Bence Yağız...
UmayMasal

  

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Sonbaharın Kızı(Hazan)-YağHaz

“Sen nefes verirdin ben buğusunda ısınırdım...”
Yüreğimin acısı tenimin acısıyla bir oldu. Acıtıcı ve sert. Çok sert bir acı bu. Gözyaşlarımı içine alamıyor. Gözyaşları acıyı dışarı kusar derlerdi oysaki kitaplardaki kadınlar. Bense kendi gözyaşımda boğuluyorum. İçinde yüzdürdüğüm ruhum, gözyaşlarım akarken içime boğuluyor. Sıkıştım. Katılaşıyorum. Elimden bir şey gelmiyor. O beni kristalleştiriyor. İçine alıyor. Bırakıyorum içine alsın diye. İzin veriyorum benden başka bir şey yaratsın diye. Şekil versin beni kendisine katsın. Tüm bunları tek bir nefesle yapsın. Nefes alsın ben onun buğusunda ısınayım. Ben olayım. O nefes,senin nefesin, bana değdiği anda ben yükseldim. Karanlık bir kuyudan çıkardığında beni yükseldim ellerinde. Önce başım sandım o karanlık kuytudaki soluksuzluktan kurtulan. Önce tenim sandım hayata tutunan. Sonra baktın bana “Benimlesin” dedin. Isındım nefesinle bana karışan sende. Okşadın beni, saçlarımı çektin yüzümden. Aslında çıkardın ruhumun üzerindeki karanlıkları. Bana bulaşmış insana dair ilk şeyi, toprağı, silkelerken doğduğumda annemin üzerime bulaştırdığı karamsarlığı aldın üzerimden. Öyle imkansız, öyle uzak, öyle yakın, öyle hafif ve ağır. Sen ömrümde bana ilk göz kırpan ışık, sen ruhumu hafifleten hikaye, sen düşüşlerdeki kalkış, sen kalbime, etime çöken acının merhemi ama yasakların adı, acı, acı, daha çok acı. İmkansızlık bu kadar mı acıydı? Kalsa mıydık o mezarda? Kucak kucağaydık nasılsa. Eski zaman sevdalıları, sorgusuz, sualsiz cezalandırılanlar gibi o mezarda kalsa mıydık?  Uğruna avucumu kanattığım anda anlamadığım için mi bu işkence? Oysa kan değil miydi söz? Eskiden anlaşmalar kanla yazılmaz mıydı? Ben sana fark etmeden orda mı söz vermiştim? Aşk...  Acı yoksa aşk yoktur. Böyle demiştim sana di mi? Şimdi acıdan boğuluyorum. Gidecek yer dönecek köşe bulamıyorum. İnandığım aşk hayalden senin bedenine gerçek olarak inince önceden bulaştırıldığım her batak, dolaştığım her ip beni daha beter boğmaya başladı. Anladım. Boğulmak filan umrumda değilmiş benim aslında. Çocukluğumun mezarı annemin yüreğinden sürgünlüğümden beri boğulmaktaymışım ben. Nefes... Nefesim yokmuş ki benim. Doğarken hapsolduğum sırlardan başlamış benim soluksuzluğum. Seçimler sadece daha dibe itmiş beni. Neyi seçecektim ki? Acıyı bilen  acıyı, hatayı bilen hatayı. Şimdi sen o batağın kıyısında bana elini uzatmışken, parmaklarının ucu bana değerken ben dibe hızla çekiliyorum. Hem de senin için. Olsun. Dibe gidip boğulurum. Nefessizliğe alışığım, nefesimin sen olduğunu biliyorum, sensiz nefes alamıyorum, almıyormuşum. Biliyorum, sen yoksan boğulurum. Olsun. Aşk uzun bir düşüştür. Düşerim. Gidersen düşerim. Bırakırsan düşerim. Oysa ben seninle ölürüm seni bırakmam. Bırakır mısın beni? Gider misin? Oysa ne çok sevmişim seni. Fark etmeden. Nerede başladığını bilmediğim, anladığımda kökleri içimi çoktan sarmalamış olan. Tüm kısıtlanmışlıklarımın sembolü sandığım adam. Senden nefret ettim ben. Bana dayatılan reddettiğim ne varsa giyinip üstüme kabuk gibi , sana geldiğimde sen o kabuktan ibaret sandığında beni, yüzüne açtığım yaradan akan kanmış beni sana mühürleyen. Önlenemez kinimmiş aslında benim sana koşmama neden olan. Nefret aşk kadar güçlü, aşk kadar derin. Ben bir uyumsuzdum. Ben bana dayatılanlara, acılara saklanarak karşı koyarken uyumsuzdum. Biriyle, birileriyle uyumlu olmak istemedim ki. Babam yoktu. Babam gitmişti. Herkes giderdi babam gittiyse. Baba öldüyse herkes ölürdü. Annem yoktu. Sevmedi ki beni. Sevmek varlıktır. Yoktu ki. Yokluk, yoksunluk. Sen sana duyduğum nefretle hayatımın ortasına daldığında , istemediğim bir yakınlığa dönüştün önce. Çünkü nefret ettiğine kayıtsız kalamıyormuş insan. Tıpkı Freud’un dediği gibi nefret, sevgiden yaşlıymış. En az aşk kadar biricikmiş. Şahsiymiş. Öğrendim. Ben kimseden senden ettiğim kadar nefret etmedim. Sana muhtac olduğum kadar kimseye muhtaç olmadım. Muhtaç oldukça, sen benim katıksız nefretime sadece el uzattıkça, öfke büyüttüm sana içimde. O eli tutmak zorunda kaldıkça, bırakıldıkça öfkem bastırdı nefretimi. Bulutlandı duygularım. Göz gözü görmedi. O siste yönümü kaybettim. Ama sana güvendim. Hatta o bulutlanan duygularda tek gerçek vardı. Fark ettiğim sana dair tek duygu. Güvendim sana. Dönüşen nefretimin ilk emaresiydi güvenim. Oysa ben güvenmezdim kimseye. Siste uzanan elini tuttum yürüdüm. Bir baktım bir kapının önündeyim. Sana baktım. Göremedim gözlerini. Ellerin güvendiğim ellerin o kapıyı işaret etti bana. İçeri girdim. Sis dağıldı. Bulutlar gitti. Ama sen yoktun. Yoktun. Yokluğunda öğrendim hiç parçası olmak istemediğim sırları ben. Beni dibe çekecek hikayelerin parçası haline getirildim. Oysa çözmek istediğim tek sır vardı hayatta: Aşk. Olmak istediğim tek cümleydi:Biz. Şimdi dipte aşka , sana düşmüşken ben’in biz’den sakladığı sır var aramızda duran. Avucumda duran sır, seni huzursuz edecek, hayatını karıştıracak korkusuyla saatli bomba gibi gün sayıyor. Ama artık sana olan aşkımla , suç ortaklarımdan kopup ayrılan duygularımla, sırrın yükü omzuma ağır geliyor. Benliğim çatlaklarından sızdırıyor bu sırrı. Çatlıyorum. Parçalanıyorum. Uğruna. Sen beni bırakma diye. Seninle olmasam da nefesin orda olsun diye. Nefesim olan sevdan bana kalsın diye. Çünkü gidersen düşerim. Dibe giderim. Ben annemin Sonbaharı, senin gözlerinin İlkbaharı. Solarım. Hep soluk olan renklerimin hayata tutunuşu gözlerindeki aksini yitirmektense ölürüm. Seninle ölürüm ama seni bırakmam.
Uyumsuzluklarımın uyumlu halisin sen.  Anlamsızlıkların en anlamlı hali. Her seçiş bir vazgeçişmiş. Seni seçmedim ben tüm körlüğümle. Belki öfkemden, belki benim bile varlığını fark etmediğim aşkımın sende karşılığı olmadığını düşünmemden. Öyle ya annem bile sevmemişti beni. Sen neden sevecektin? Tuttuğum ele güvenmedim ben. Tuttuğum elin kalbime sızmasına izin vermedim ben. Verdim sandım. Vermemişim. Kalbimi çoktan avcuna bırakmışım. Sana güvendiğim o an ben ruhumu sana katmışım. Aramızdaki her cümle bizeymiş. Etrafımızda uçuşan her an kimsenin olmadığı bir hikayenin noktalama işaretleriymiş. Öğrendim. Ben sana aşık olmayı öğrendim. Adım adım, yol yol, nefret nefret, güven güven öğrendim. Seni üzmekten korka korka, senin başkasını sevme ihtimalinden darmadağın ola ola, sana başkasının dokunma ihtimalinden yana yana, beni sevme ihtimaline bir papatya kökünde tutuna tutuna. Bazen yok sayan cümlelerine inat, gözlerinde gördüğüm bana kök salarak. Prangalara rağmen, bana dayatılanlara rağmen, karakterine ters bana yaptırılanlara rağmen; kırdığın camlara, parçaladığın duvarlara, en çok da gözlerindeki acıya tutunarak dayanıyorum. Varsınlar yazmasınlar hikayemizi hakettiğince ben seni çok seviyorum.

Hazan Çamkıran’a dedim ki kimse sormuyor sana. Yağız bile. Anlatsana ama Yağız’a anlatır gibi. Nasıl sevdin sen Yağız’ı? Neden sevdin? Hiç ona onu sevdiğini söyleyebildin mi? Sorularıma toptan böyle yanıt verdi. Hiç kesmedim sözünü. Anlattı anlattı. Belki dedi, Yağız da sorar bir gün.
Bence Hazan...

                                                                                                             UmayMasal 

13 Mayıs 2018 Pazar

Aynadaki Aksim- YağHaz

“Ne ikna edici bir intihar biçimidir; şimdi seninle göz göze gelmek...
                                                                                         Sigmund Freud”
Başkasına aşık olmak, kendini onun iradesine teslim etmek ve ona karşı heyecan duymak tehlikelidir.  Günümüzde hızla artan şekilde ilişkilere girmek  kuşkusuz çok daha güvenli ve rahat olmalı. Oysa önemli bir kişiden önemli bir şeyin tutkusunu yüklenmek , duygusal yaşantının merkezinde yer alan hayati bir tehlikedir. Bunu Mitchell şöyle açıklar: “ Sizi gerçek bir kişiyi arzuluyorsam , yalnızca cinsel değil romantik bir yaklaşımın da peşinde isem , başım ciddi derecede belada olabilir.  Nitekim bu büyük beladan kaçış yoktur. ... Sizin beni istemenizi istiyorum. Sizin beni sevmeniz, beni çekici bulmanız ve heyecan verici bulmanız. Böyle olmasını ne kadar istersem isteyeyim, gerçekleştiremem. Çünkü olur da gerçekleştirirsem , istediğim bu olmaz. Beni istemeni istiyorum. Seni beni istemen için zorlar ya da kandırırsam bu sayılmaz.”
Evet sayılmaz. Yukarıdaki aşk tanımında saklı iki adam ve bir kadın var. Kurgu evreninin kurallarına inat Türk dizi tarihinin imkansız çifti olmaya yol alan Hazan ve Yağız , tabiki ortalarında hala duran Sinan. Sayılmayan , zorlayan, intikam almaya çalışan Sinan’ın öncesinde hissettiğini varsaydığı duyguların aşk olmadığının kanıtı bu sözcük: Kandırmak. Yazanı , karakteri doldurmaya çalışanı bu ifadeden haberdar mıdır bilmiyorum. Olsa tutup dün gece izlerken kanımı beynime çıkaran o sahneyi yazarlar mıydı, bilmiyorum. Ancak Sinan sadece Hazan açısından değil kurgu açısından da bir kandırmaca olduğunu gösterdi bölüm boyunca. Çoktan miadını dolduran bir kapışmanın ortasında yaptıklarının bedelini ödemekten uzak, görselin gücünü arkasına almış bir kandırmacayla aşk olmaya en layık hikayenin altını boşaltmaktan başka hiçbir vasfı olmaksızın bağırdı durdu. Onca senenin emeğine, aşktan vazgeçişine, hayat kurtarışına cevaben sadece bencilce üstlenip ilk fırsatta ortaya dökeceği sırla Hazan’ı tehdit ederken hala televizyon ekranında hikaye üretemeyince kadına şiddetle süre çalmaya çalışanlara ek görseller ekledi hafızalarımıza. Saldırganca tüm motivasyonu terk ederim edilmem olan sözde kötümüz gösterişli ama o kadar boş argümanlarıyla hem kadınının kadınlık gururunu elinden alırken hem de kardeşlik nedir kavramına selam çaktı bölüm boyu. Üstlendiği evlatlık yalanını kendi lehine kullanırken süreç içinde Yağız’dan nasıl vazgeçtiğini babasıyla konuşmalarında da açık etti. Onun derdi baştan beri parlak, çalışkan ve tuttuğunu koparan ağabeyiydi. İspatladı. Elinde kanıt yokken bile içten içe bildiği ilgiydi zaten onu Hazan’a çeken. Sevmenin Sinan’ın bildiği bir şey olmadığını da gördük.
Yağız, Mitchell’in dediği gibi sevdiğini sevmesi için zorlamayan, inadına sevmeye devam eden, sevmesini isteyen , kandırmayan bir adam olduğunu yine gösterdi. Yağız kandırmıyor. Yağız Hazan’a bakarken tam da bu yüzden kendi olmaktan çıkıyor. O saçmalığın daniskası haline gelen yüzüğe rağmen Hazan’a artık başkasına ait gibi değil de kendine ait bakıyor. İstediği ama olsun diye zorlamadığı aşk olduğundan beri, Hazan ona aşkla bakmaya başladığından beri Yağız eski Yağız değil. Ancak bir taraftan da sahip çıkmadığını düşündüğümüz aşkı, bir taraftan bir türlü Hazan’ın elini tutmaması üzerine kızgınlık duyduğumuz Yağız aslında nasıl bir adamdı? Hazan’dan uzak durabilir miydi? Hazan’a bakmadan durabilir miydi? Geçen haftaki bölümü yok sayarak burdan devam ediyorum. Bana kalsa aşkın en imkansız ve gerilimli halinde olan Yağız’ın bakışlarındaki aşk, Ağva’daki hali olan kıskançlık ve koruma içgüdüsü tamam ama o sukunet tamam değil. Bu sakinliği karşısındaki kadına dair güvene versem de sanki ara ara kontrolden çıktığını görmek de gerekiyor. Hazan’a temas etmek istediğini ona yakın olmaktan kaçamadığını hissetmek gerekiyor. Sevgili değilken daha sevgili olan YağHaz’ı sevgiliyken en azından acı paylaşmak için birlikte görmek gerekiyor. Dokunmak istiyorum ama dokunamıyorum demek bu denli zor mu? Seviyorum ama bekliyorum demek bu kadar mı imkansız? Kelimeleri babasına tükendi Yağız’ın Hazan’a değil. Kendi baharı olan Sonbahar Kıza bakarken yeşeren gözlerinden sevda akarken neden Hazan’a uzun uzun bakamıyor Yağız? Aynı çatı altında iki kelime olsun konuşup yanındayım diyemiyor iki aşıktan biri diğerine. Ayrılık sevdaya dair çünkü ayrılanlar hala sevgili... Biliyoruz ancak kavuşmadan ayrılığa mahkum edilen Yağız ve Hazan’ın kelimelerini de ellerinden almanıza içerliyoruz.
Kovanım yağma olsun... Hazan içine girdiği kovandan-yalıdan- çıkmaya bile çalışmıyor artık. Kendi annesinin kilidini asarak odaya kapattığı Rapunzel’imiz prensini sessizce beklerken aşk ve ısdırabın coğrafyasında cadıların sırları, cinayetleri, kötü adamların tacizleriyle uğraşıyor. İdealindeki erkeğin hayallerden değil gerçeklerden oluştuğunu, bir zamanlar sevdi sandığı hayalin hayal bile değil koca bir egosantrizm içeren kabus olduğuna ayılmış esaretinin bitişini bekliyor. Hazan’ın prangası o yüzük. Prangayı takan ise annesi. Hazan için annesi her adımda silikleşiyor. Yağız’ın babasıyla tükettiklerine ek Hazan da annesiyle duygularını, anne-kızlık bağını tüketiyor. Hazan’ın dünyası aşkın savuruculuğu ile darma duman olurken tüm coşkusuyla da gözlerinde devriye bekliyor aslında. Yağız’a her baktığında onu her gördüğünde boğazına oturan yumru koşmak isteyip gidemeyen, konuşmak isteyip konuşturulmayan her esir gibi özgürlüğüne bakar gibi devriye geziyor gözlerinde. Çünkü gerçek aşk her şeyin feda edilmesi tehditini içinde taşır. Mevcut varoluşları hızla tüketerek kendi varoluşunu yaratır. Kurguya ters tüm entrikalara rağmen görmek istediğini gören göz olan bizimki Hazan’a bakarken bunları görüyor demek ki.
Son olarak baştan beri aynalara bakan ama aşklarının karşılığının olduğunu anlayınca aynaları bırakan YağHaz’ın “Kalp ve Göz” hikayesine.  Aşk sevdiklerimizin yüzüne tuttuğumuz bir ayna olabilir. Ama Romantik aşkta aynayı sık sık sevdiğimizin yüzüne değil kendi yüzümüze tutarız. Yağız da Hazan  da aynaya bakarken aşık oldukları insanları görmek için kendi gözlerine bakıyordu. Çünkü onu görebilecekleri tek yasaksız yer kendi gözleriydi. Karşılık alma umudu olmayan sevdalarında ne zaman tüm olmazlara inat o karşılığı gördüler artık aynaya ihtiyaçları kalmadı. Çünkü artık ayna karşılarındaydı. Ağır başlı, unutulmayan bir sanat gibi aşk ağır ağır çileyle öğretiyor kendisini.
Hikayenin gidişine göre sezon finaline, reytinglere göre finale giderken tüm bilinmezlerin ortasında kurgu kuralları alt üst olmuşken, bazı karakterler ömrünü bitirmiş hala top koştururken Aytmatov’un “Hiç mi aşk acısı çektiren yok aramızda” sözüne inat Yağız ve Hazan’ın acısına tüm hayal evrenine rağmen oyuncuların bedenlerinde ruh bulmuş gerçekliğnde eşlik edip acı çekiyoruz. Cellat olmayı seçmiş kadınların elinde iki aşığın ruhuna ruhuna batan hançerler en ufak nefeslenmemize izin vermiyor. Oysa ne güzel şeysiniz siz Yağız Hazan. Senden nefret ediyorumdan , seni seviyorum ama sana neye gelen , sonra ise seni seviyorumu bir türlü aşık olduğuna söyleyemeyen YağHaz siz ne güzel şeysiniz. Tüm bunları aşabileceğimizi göster demesini umduğumuz esas kızımıza,  birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık ama her şeyi olduk diye cevap vermesini umduğumuz esas oğlanımıza kadar siz ne güzel şeydiniz Yağhaz... Harcandınız : ( dilerim dönersiniz hiç olmadığı kadar özgün hiç olmadığı kadar aşkla ve birlikte.
                                                                                        UmayMasal   


     

29 Nisan 2018 Pazar

Sürrealizm:Biz /YağHaz

“Alice: Buradan gitmek için hangi yolu seçmek gerek?
Cheshire Kedisi: Bu nereye gitmek istediğin konusuna bağlı... Nereye gitmek istiyorsun?
Alice: Neresi olduğunun önemi yok.
Cheshire Kedisi: Bu durumda hangi yolu seçtiğinin de önemi yok.”
Biz... Biz olma savaşının en derin sorunsalı ben olma kimliğini kaybetmeden o benliğin önüne bizi koyabilmektir. Toplumsal dayanışmaların, arkadaşlıkların, aile olmanın ve en çok da aşkın temelinde bu vardır. Bizleşmek. Öyle sancılı bir süreç ki bu, vazgeçişler barındıran, acıtan, egoları yeraltına çeken, bilinç düzeyi ve farkındalık isteyen yaşanmışlıklar bütünü biz. Sadece bilinç düzeyinde değil bilinçaltında kabul etmeyi tabanına almak. Peki Yağız ve Hazan ne kadar biz? Ne zamandır biz? Yağız ve Hazan uzun zamandır bilinç düzeyinde olmasa da bilinçaltında biz olduğunu sanırım 44.bölümde gösterdi. Hatta biz o bilinçaltının bilinç düzeyine nasıl çıktığına şahit olduk. En çok bu aşkın en çok suçlananı ama en güçlü savunucusu Hazan’da. Sevdiğine “Git” demiş Yağız’ın kaldırımdaki çökmüş oturuşuyla açıldı YağHaz sahneleri. Git demek zor. Gitmesini istemediğin , giderse ruhunu , nefesini alıp gidecek olduğunu bile bile git demek çok zor. Yağız Hazan’a bunu dedi demesine de içindeki o küçücük umuda da sarıldı. Belki gitmez, benim onu fırtına ortasında yalnız bırakmamak için gidememem gibi o da kalır, bırakmaz diye umdu. Ancak umduğu ona göre olmadı. Sinan’ın kaza haberiyle hastaneye yola çıkan Yağız hem sevdiğini hem kardeşini uğurlama travmasıyla uğraşadursun Sinan kazasını duyup uçaktan inen Hazan bize göre Yağız, Yağız’a göre Sinan’ın kazası için hastahaneye koştu. Yağız koca bir iç savaşın içindeydi zaten ama bu savaşın artık taraflara bölünmeye başlayacağının ilk sinyali o hastahaneye giriş sahnesinde netleşti bence. Zira Sinan’a ailesine dair meraklarına, endişesine rağmen Hazan’ı gözünün ucuyla gören Yağız’ın mıhlanmış gibi o kapının önünde kalışı, sevdiğini, sevgilisini bekleyişi artı o kapıdan el ele olmasa bile omuz omuza girmeleri ilişkilerinde yepyeni bir dönemin habercisiydi. Kimisi kapıyı başka bir dünyaya geçiş diye tanımlar kimisi başka bir hayata. O kapıdan kiminle girersen sonrası onunladır. İster başka bir dünyada ister başka bir hayatta. Yağız ve Hazan o kapıdan beraber girdi. O kapı Yağız önündeyken açıldı ve birlikte girmek için Hazan beklendi. Sonra içeri girildi. Bile bile. Birlikte yürümelerinin nelere sebep olacağını seze seze. Yanyana. Omuz omuza. Sonra koridor boyu yürürken Hazan’ın orada olduğuna inanamayan Yağız’ın yine içinde bulunduğu ruh haline rağmen Hazan’ın gidişiyle tükenen nefesinin yeniden derinleşmesini duyduk. Yağız Egemen yine yeniden nefes almaya başlarken aslında ruh eşinin de aynı döngünün içinde ona bakarak nefes aldığını da anladık. Sinan kazasının bedelinin ikisine ödetileceğini bile bile ailelerinin yanına birlikte girdiler. Bir taraf YağHaz diğer taraf ahlaksız ahlaklılar. Her biri ayrı sır içinde boğulan, her biri başka hayatlara dokuna dokuna mahvına sebep olmuş her karakterin vicdansız vicdanına karşı Yağız ve Hazan’ın aşkı. Kendinden , yaşanmaktan vazgeçmiş aşkı.
Sonraki sahnede Hazım’ın Yağız’a tokadını gördük. Hazan’la gelen Yağız’a kardeşinin hatasını yükleme çabası içeren bu tokat tam da Hazan’ın dediği gibi sadece Yağız’a atılmadı. O tokat aralarındaki aşka atıldı. Tıpkı yüzük sahnesinde Fazilet’in Hazan’a attığı tokat gibi. Böylece YağHaz tokat yeme konusunda da eşitlendi. Aynada birbirinin yansıması olan çiftimiz aynı kaderde ortak devam etti kısaca. Tokat sonrası Hazan’ın Hazım’a bakışı, içindeki vicdani sorumluluk duygusunu duvara asacağının adeta habercisiydi. Ki sonrasında annesine söylediği gibi Sinan için üzülse de Sinan’ın kaza sorumluluğunu ne kendisine ne de Yağız’a yüklemek istemedi. Hep diyorum Hazan bu ilişkinin kalbi. Hissetmediği bir şeye inanması mümkün değil. Sinan’la arasında yaşanan ilişkimsi süreçte Sinan’ın sorunlardan nasıl kaçtığını, çocukça sorumluluk almaktan kaçındığını, insanlarla onların gerçeğini de duymak için konuşmak yerine yargıladığını çok iyi biliyor Hazan. Eminim için için Sinan’ın bu kazaya bile isteye yürüdüğünü de hissediyor. Sinan eğer bir yetişkin gibi davranıp Hazan’ın karşısına dikilebilseydi ve “Neden?” deseydi eminim Hazan’daki vicdan yükü daha ağır olurdu. Gelelim tüm saçmalığına rağmen Yağız’ın Sinan’ın kalbini çalıştırdığı kısma. Burada hem Hazım’ın tokatına mecazi bir karşılık hem de Sinan tarafından gelmesi muhtemel kaotik “senin yüzünden” cümlesine cevap üretildi. Kaldı ki Hazım’ın özür çabası ile bu netleştirildi fakat tokat ve öncesinde Yağız’ın kimliğinin ciddi parçası haline gelen aşkının küçümsenip yok sayılmasının verdiği duygunun da Yağız’ı hızla babasından kopardığına da şahit olduk. Burada ileri saralım Fazilet’in Mehmet’in babası belli değil sözünden yola çıkarak acaba Yağız Egemen için gerçek bir kahraman babanın varlığından bahsedilebilir mi? Bu adam kim olacak? Diğer taraftan Hazım için Yağız kaybı ciddi sonuçlara sebep olacak sanki. Göreceğiz.     
Yağız’ın Hazan’la hesaplaşma süreci de adım adım devam etti bölümde. Merdivenlerde Hazım’ın tokadına inat her şeye rağmen Yağız’ın yanında durmaya karar veren Hazan’ı öyle fena vurdu ki Yağız; onu her vurduğunda aslında kendisini de vurduğunu bilmesine rağmen hepimizi kızdırdı. Fakat burada Yağız’ın siteminin acısı dışındaki en önemli dinamiği Hazan’ın gitme teşebbüsüydü. “Ben gidemem sen gidersin, zaten gitmeyi de denedin, beni bilmene rağmen denedin. Oysa git derken bile sana gitme dedim.”  Yağız’ın iç sesini duyan Hazan bir sonraki Farah hesaplaşmasında “Gitmiyorum, burdayım, o çok yoruldu, onu çok utandırdılar” dedi. Kendisi giderse tüm hesaplaşmaların biteceğini, Yağız’ın hayatının eskisi gibi devam edeceğini düşünen Hazan’ın hastahanede yaşananlara şahit olması ona gerçekleri göstermişti çünkü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. O halde o fırtınanın kalbinde dümen beraber tutulacaktı. Hazan Farah hesaplaşmasının bir başka yönü ise Hazan’ın aslında Yağız’ı ne kadar iyi tanıdığını göstermesiydi. Yağız Farah konusunda Hazan’a açıklama yapmadı, ama gördük ki zaten o açıklamaya gerek yokmuş. Sevdiği adamın sevme biçimini bilen kendisine olan aşktan zerre kadar kuşkusu olmayan Hazan Farah’a çizgilerini çizdi ve Yağız’a doğru yola çıktı. Tam bu esnada Gökhan’a duygularını anlatan Yağız Hazan’a hissettiklerinden zerre kadar pişmanlık duymadığını söylerken aslında olanı ilan etti. Yağız içinde yaşadığını önce Farah sonra Gökhan’a anlatırken zaten Fazilet,Ece, Hazım,Sinan tarafından da bilinen aşkın gizli kalmayacağını ilan edileceğini de gösterdi. Peki neden? Yağız karşısındaki kadının tüm imkansızlıklara rağmen parçası olduğunu biliyor. Onu tıpkı okumadığı not gibi parçalasa da her parçasını kalbinin üstünde taşımaya devam edeceğini biliyor. Gökhan’a bitecek dese de Hazan’ın “Sana yenildim ama o yenilgi benim en büyük zaferim” demesiyle Hazan’ın da en az kendisinin onu sevdiği kadar  sevdiğini anladı. Sonrası zaten duvarı hızla incelen iradesinin yok oluşu. Hazan’a duyuramasa da kocaman bir “Seni çok seviyorum.” Bölümün devamında bir haftalık zaman atlaması ve nasıl o hale geldiklerini hala anlayamadığımız sevgili durumuna gelmiş, Biz olmakla sorunlarını halletmiş ve Sinan’la konuşmaya karar vermiş bir YağHaz... Sinan’ın hafıza kaybı oyunlarına gelince , bu tip oyunlar bırakın karaktere sempati duymayı empati duymayı bile engelliyor. Sinan gerek Yağız’la gerek Hazan’la yüzleşmeyi deneseydi mesela, bağırsaydı, çağırsaydı “Neden”deseydi veya “Bana neden söylemediniz?” deseydi belki tüm ergenliklerine rağmen bir parça empati kurulabilirdi kırgınlığıyla. Bu şartlarda ise zor. Diğer taraftan Sinan savımızın da güçlendiğini söyelebiliriz. Sinan’ın derdi Yağız derken ve Yağız’ın duygularını biliyordu ondan Hazan’a taktı derken de haklıymışız. Çünkü “İkiniz yanyana” cümlesinde sadece Yağız’a aşık olduğu bilinen bir Hazan yok , Hazan’a aşık bir Yağız da var. O halde, Sinan’ın Hazan’la ilgili takıntısının temelinde kan bağı olmadığını öğrendiği Yağız var. Burdan hareketle evlatlık meselesini üstlenmesindeki tavrını da gözden geçirsek karakterin Yağız’la rekabetinin kahraman olma isteğini tetiklediğini de söyleyebiliriz bence. Dark Side bir yapılanmaya gireceği açık olan Sinan’ın Fazilet’in Yağız tespitine nazire yapar gibi akılcı olmayan hareketler yapması da kuşkusuz başta Fazilet olmak üzere pek çok kişiyi etkileyecek. En çok da Sinan koruma ve kollama göreviyle mükellef Yağız’ı umalım. Yeniden gelelim “Biz” meselesine.
Yedi iklim dört bucak, tüm masalların temel sorunu varoluş mücadelesidir. Ortak biliçlerin “Biz” olma temelinden beslenir her masal. Masallarsa o bizleşmeyi aşktan anlatır çoğu zaman. “Bir varmış bir yokmuş” la başlayan. –Bugün var yarın yok- Şimdi FHVK evrenindeki en güçlü aşka YağHaz’a baktığımızda en başından beri biz olarak hareket ettiklerini, bilinçaltında herkese, annelere, babalara, kardeşlere güven hızla öğütülürken birbirlerine olan güvenlerinden en ufak kayıp yaşamadıklarını, hastahane önünde elleri birbirlerine koşmak isterken umutla şunu da atlatalım diye ruhlarını birbirlerine sardıklarını, gözlerini artık birbirlerinden koparamadıklarını, konuşmadan anlaştıklarını görüp Biz olmadıklarını söylemek mümkün mü? Karşılarındaki her karakter öğütülüp yok olurken Yağız ve Hazan birbirini her an daha çok bütünlüyor.  Olacak olanların önemi var mı? Yok. Çünkü onlar Biz’ken hangi yolu seçtiklerinin de önemi yok.
Bence Bana Göre YağHaz

UmayMasal


23 Nisan 2018 Pazartesi

Ayrıntıda Sanat: AŞK/YağHaz

Dünyada herkesin bir ruh eşi varmış. Hepimiz bu ruh eşini arayıp bulmaya çalışırız ama bunun farkında değilizdir der hikaye. Ancak o eşi bulduğumuzda içimizdeki tamamlanmışlık hissiyle anlarmışız aslında aradığımızı. Yağız Egemen aradığını bulduğunu kuşkusuz Hazan Çamkıran’dan önce anladı. Fakatt... Her aşk kendi imkansızlığını kendi içinde yaşarmış ya, Yağız’ın imkansızlığı da Hazan’ın Sinan’a karşılığı olan ilgisi oldu. O ikisi bunu aşk diye tanımlasa da gören gözün hisseden kalbin bu etkileşimde aşktan çok merak duygusu barındırdığını anlaması hiç de zor değildi. Sorun ne Sinan ne de Hazan’ın o ayrıma varacak olgunlukta olmayışıydı. Sinan kendi kırılmışlığını badboy tavrına saklarken büyümeye direnmiş, ağabeyinin ardından ağlayan o çocuk kimliğine sımsıkı tutunmuşken erkek Fatma Hazan ona ilginç geldi. Öyle ya onun adına sorumluluklarını taşıyacak güçte ve duyguda ikinci birini bulmuştu. Hazan’a gelince onun hikayesi daha da hazindi. Evin babası olma sorumluluğunu giymiş, içindeki kız çocuğuna küs, annesi ve kardeşiyle ortak hiçbir değeri paylaşmayan annesinin para umudunu bağladığı taş bebek kızından çok uzak... Sonuç iki kayıp ruh iki kendini tanımayan, kendisinin kim olduğunu bilmeyen ruh nasıl aşık olabilir ki? Ancak merak eder. Hatta o merak bile kendine yönelik bir meraktır. Çünkü kendini bilmeyen başkasını bilme şansına sahip değildir. Hikayeye hiç de istemeden, fikri sorulmadan dahil edilen Yağız ise o kadar kendisini bilen biriydi ki... Sınırlarını, zaaflarını en çok da iradesini. Hoş o iradenin elinde sapır sapır döküleceği zamanlar çok yakın ya neyse. Yağız hikayenin en kendinden emin karakteri. Herkesi gözlemleyen , anlamaya çalışan ve dengesi hep yerinde olan. Bir taraftan da bir başka yaralı kimlik. Çocukluğu yalnızlığı, yalnızlığı çocukluğu. Başa çıkmak hayata tutunma şekli olmuş. Sorun mu bırak gelsin, tavrı ile tam bir determinist. Çünkü ondan beklenen bu. Sorunları çözmesi, dağılanları toplaması, Egemenlerin kahramanı olması. Kabul gördüğü tek yer burası çünkü. Kahramansa var, kahraman değilse yok. Duyguya yer yok, zaafa yer yok. Bu üç travmatik karakterin ortasına düşen aşkın da travmatik etkilere neden olması kaçınılmazdı zaten. Bu aşk üçgen şeklinde değil ama yanlış anlaşılmasın. Yağız ve Hazan arasındaki aşkı kastediyorum.
Yağız ve Hazan arasındaki duygu hiç de aşk gibi başlamadı. Derin bir yara bırakan bir kapışmaydı birbirlerini fark edişleri. Sonrasında adım adım birbirlerine güvenmeyi öğrendiler. Önce Yağız gördü Hazan’ı. Çünkü Yağız’ın bakması gereken bir kendisi yoktu. Yağız aşk dışında öyle tamamdı ki kendisinde karşısındaki aynada yansımasını aramadı, aynanın içindeki ruh eşini tuttu çıkardı. Hazan ise aşk sandığı Sinan’da kendisini kovalarken Yağız’a doğru koştuğunu fark edemedi bile. İlk öpücüğünden sonra bile güvenme refleksi geliştiremediği Sinan’da aradığı çocukluğunun Hazan’ıyla barışmak iken derdi, o barışı imzalayan Yağız olunca güven de beraberinde Yağız’a yönelik gelişti. Kimsenin gerçeğini yadsımayan onu öyle kabul eden bir kimlik Yağız Egemen. Olanı olduğu gibi kabullendi. Hazan aşığım dedi , kabullendi. Sinan seviyorum dedi, kardeşini tanımasına rağmen tamam dedi. Kendi duygularının sarsıntısını hissetmeye başladı, peki gel bakalım dedi. Dedi demesine de o sarsıntının şiddeti arttıkça kimliğine dair ne var ne yoksa sorgusu başladı. Yağız Hazan’a tüm imkansızlığında aşık olduğunu anladığında hayatını merkezine oturttuğu dengenin bozulacağını anında çözdü. O dengeyi korumak adına da hemen en güçlü silahını devreye soktu. Mantığı. Soğuk determinist mantığı ve onun yansıması iradesi. Duygularıyla yüzleşmekten kaçmadı belki ama onların güçlenmemesi adına kaçabileceği kadar uzağa kaçtı. Hazan’ı manipüle ederek Sinan’a iterken bilinç düzeyinde derdi kardeşlik olsa da derinde bana göre kaybedeceğini gördüğü o dengeyi bozmama derdi vardı. Yağız attığı her adımla Hazan’ı kendisinden uzaklaştırmaya çalışırken Hazan’ın Sinan da Sinan bağlamasının temelinde aşk olmadığını göremeyecek zekada olduğunu düşünmüyorum. Gördü ama sözlere inanmayı seçti. Zira Hazan’ın kendisine aşık olduğunu, Sinan’ı kendisi için terk ettiğini öğrendiğinde zerre şaşırmaması bunun işareti. Gururunu bir kez kırdığı kızın ruhundaki her değişkene tek bir bakışla hakim olan Yağız mı anlamadı Hazan’ın kardeşine olan duygularının meraktan ibaret olduğunu? Anladı anlamasına ama belki Hazan’ın anlamasını bekledi belki kendisinden korktu. Yağız ve Hazan’ın bastırılan iç sesi Ece’nin dediği gibi, iradesine iyi geldi o kabul belki.  Zira Yağız Sinan’ın ağabeyi olma görevini severek yaparken bile “Gücümü deneme” diyebilen biri. Eğer savaşa girerse o savaşta ölmeyi göze alabilecek biri. O sınıra gelirse tüm o nahif kimliğe rağmen savaşçıya dönüşebilecek biri. Bunu kendisinde tanımlıyor mu? Bence tanımlıyor yoksa neden Sinan’a gücümü deneme desin ki. Yağız için aşk dengelerini bozan huzurunu kaçıran bir duygu oldu. Son döneme kadar da bu huzursuzluğa karşı kanının son damlasına kadar direndi. Her kaçtığında yanında bulduğu Hazan’a rağmen hem de. Canı yana yana aşkın basit bir irade meselesi olmadığını öğrendi bu hikayede Yağız. Duvarları döküle döküle yürüdü yolunu. Sonunda da kendisini zaptedenenin iradesinin değil Hazan’ın kendi aşkının farkında olmaması olduğunu da anladı. Mezarlık sahnesinde Yağız Egemen o mezarı elleriyle açarken aslında kendi irdesiyle tabuta tıkıp gömdüğü aşkını çıkardı mezardan. Farah boşuna; o mezardan sonra gözlerin başka bakmaya başladı demedi. Zira Yağız o mezardan öncede aşkla bağlıydı Hazan’a. Kaybetme korkusu ciddi dışa vurum sağlar bu da bir gerçek tabi. Hazan’ın itirafa ramak kala tutumu da kafasında olmasa da kalbinde bazı şeyleri netleştirmiş olmalı. Tüm bunlar işte o aşkın gömülü tutulduğu mezarı açtı. Sonrası Yağız için yokuş aşağı bir süreç. Hala dirense de eskisi kadar dayanacağını sanmıyorum. Zira Hazan’a sarıldığına artık Ece’ye ihtiyacı kalmayan iç sesi Hazan’la gitme veya Hazan’ın kalması için debelendi durdu. Hazan’a git dese bile uçak kalkana kadar belki gelir umuduyla kapıda bekledi. Fragman ve spoiller nedeniyle bazı şeyleri biliyoruz. Tecahül-i arif yapmayacağım. Hazan uçağa binmeyecek ve tam bir amazon gibi aşkı için savaşmaya karar verecek. Bu noktada Yağız Egemen ne yapacak? Sinan’ın intihar süslü hayali cinayet teşebbüsü nedeniyle hastahanede oluşuyla Hazan’ı itecek mi? Sanmıyorum. Sinan’a rağmen iç sesi kal  ya da beni de al diye bağıran Yağız tutacak Hazan’ın elini. Kurban etmeye devam etmeyecek aşkını. Çünkü çok önemli bir ayrım var artık. Aşkı karşılıklı. Öyle bir karşılık var ki bu aşka önündeki her engele dimdik durup elindeki kartları masaya açacak kadar büyük. Hazan’ın eli güçlü. Annesine, Hazım’a karşı. Aslında pek çok kişinin ipi Hazan’ın elinde. Sadece Sinan’ın tehditleri onu durdurabilir lakin Sinan’ın zayıf kimliği nereye kadar bu güçlü aşka dayanır bilmiyorum. Sinan öykünün başından beri korkak çünkü. Yüzleşmeye korkan , kaçan bir yapısı var. Asansör kapısından çıkamamasının Hazan’la otel odası konusunda yüzleşememesi ya da bu olay ortaya çıktıktan sonra Hazan’la konuşamamasından bir farkı yok. Yüzleşemiyor. Çünkü başkalarının onun için sorunları çözmesine alışık. Sorunla yüz yüze gelmek yerine kaçmak tabiatı. Bazen Sinan aslında Hazan’ın değil de Yağız’ın derdinde mi diyorum. Paylaşmak istemediği Yağız mı? Baştan beri Yağız’ın Hazan’a akan duygularını hissediyor bilinçsiz bir bilinçle ondan mı Hazan’a yöneliyor? Söz konusu Sinan’sa mümkün. Hazan’a gelirsek, duygularını çözmesi kendisini tamamlamasıyla mümkün oldu ancak. Aynadaki aksini tanımladıktan sonra Sinan’a ilgisini ve merakını hızla kaybetti. Evlatlık sürecinde Sinan’a karşı zerre kıskançlık yapmazken tek derdi Yağız’ın yara almamasıydı. Kendisini yaraladı, Yağız’ı yine de uzak tuttu sırdan. Ama düşünmeden duygularıyla davranan kızımız durup da annesinin sorduğu soruyu bir kez bile kendisine sormadı. Neden bu adam senin neyin? Baban için yapabildiğini yaptığın bu adam senin neyin? Hazan düşünmüyor. Yağız ne kadar akılsa Hazan o kadar kalp. Hazan hissediyor. Peşinden gidiyor. Gitti. Gitti. Sonunda Yağız’a açıklama yapmak zorunda kaldığında ikimizin arasında bir şey olabileceğinden korkuyorlar dediğinde bile, kızım başka yalan mı yok neden bunu söyledin, demedi kendisine. Taki onun  sorması gereken sorular kıskançlık sarmalının ortasında Farah tarafından sorulana kadar. Zaten başka bir kadın fikrinin sarstığı ruhunun karmaşasını anlamlandırmaya çalışan Hazan o masada tokat üstüne tokat yedi. Görmezden geldiği tüm soruları Farah’ın ağzından sanki kendi cevapları Yağız’mış gibi dökülürken Hazan tüm yollarının dimdik Yağız’a çıktığını anladı. Ancak bu anlayış ona nasıl bir çıkmaz yola da girdiğini gösterdi. Yağız’a aşıktı ama Sinan’ın elini tutuyordu. Yağız ise, tüm soruların cevapları olarak başka bir kadının elini tutuyordu. Geç kalmıştı. Anlamak , elini uzatmak için geç kalmıştı. Yağız’ın masal gibi, anlatmalara kıyılamayan bir aşkı vardı ama o aşk başka bir kadınındı. Sarsıldı. Daha önce sarsılmadığı kadar sarsıldı. Kabullenmek istemedi. Ta ki karanlık korkusunun ortasında bir tabuta kapatılıncaya kadar. Kabullendi. Öleceğini düşündüğü için o tabutta ailesi dışında kaybetmeyi istemediği tek adamı düşünüp aşkını kabullendi. Teslim oldu. Her şey bitti dediği anda o karanlıktan  yine Yağız’ın elleri çekti kopardı ve aldı onu. Yağız “Benimlesin” dediğinde “Seninleyim”diyen Hazan artık sonsuza kadar Yağız’laydı. Ölse de bırakmayacağı ölümsüz bir aşkı vardı artık. Hastahanede Yağız’a sarılırken de havaalanında vedalaşırken de gözünün içine bakıp Yağız’dan tek bir söz beklemesi bundan. Yağız’ın söyleyemediklerini anlaması, hissetmesi bundan. Mezarda fısıldanan aşkın kendisine büyütüldüğünü Yağız söylemese de bilmesi bundan. Yağız onu öptüğünde tüm manipüle edilmişliğine kızgınlığıyla tokat atması, sonra kıyamayıp aşkla Yağız’ı öpmesi bundan. İlk öpücüğü olmayan ama ilk aşk dolu öpücüğü olan öpüşmesinin etkisinden sarsılması bundan. Hazan’ın ruhunun sahibi Yağız. Sorularının cevabı, hikayesinin tamamı.  Hazan bu aşkta kalp, Yağız akıl. Birbirlerini tamamlamalarının sebebi bu. Aynı kararları biri duyguyla biri akılla sahiplenerek veriyor. Hazan neden daha atak? O kalp çünkü akıyor sevdiğine hatta akmıyor çağlıyor. Yağız akıl, dinamikleri, dengeleri ; Hazan’ın yaşayacaklarını hesaplıyor. Ancak artık Yağız da önündeki seti zorluyor. Akıl kararı verdi mi artık önünde kimse duramaz malum. Set yıkıldığı anda bu iki aşığın önünde hangi sır hangi bent kalır ki? Seti o kadar zorladılar ki Ece’nin dediği gibi, artık yıkılması an meselesi. Belki son bir Hazım tokatı kim bilir?
Son demde; aşk onu gördüğünde onda kaybolmakmış.Bir kez kaybolan bir daha bulunmazmış. Kaybolduğun o gözlerden başkasına bakmaksa aşığı öldürürmüş.
Bence Bana Göre... YağHaz 
UmayMasal  

                                                                                                                               
        

8 Nisan 2018 Pazar

YağHaz "içimden geldiği gibi"

“Nefes Bile Almadan...”
Hikayeyi hikaye yapan aşk, aşkı aşk yapan nefestir. Nefes bile almadan sevebilmektir aşkı efsaneye dair kılan. İmkansızı yaşamaksa tarafları dağlasa da hikayesini dilden dile dolaştıran. Ferhatı Şirin’e düşüren, Mecnun’u Leyla’da öğüten, Kerem’i Aslı’da yakan kavuran. Aşk büyüktür. Taraflardan , engellerden büyük. Aşk döndürür dünyayı , aşk eğip büker zamanı. Bazen tek bir an için vazgeçirir kendinden bazen bir ömür için. Aşk dipten sektirir, ama bazen düşmemek için birlikte derine atlatır. Karanlıkta kendini kaybettirir. Aşkın gerçeği kendisidir çünkü. Başka gerçekleri barındırmaz. Bir kere hissetmeyegör , onu, ruhunun diğer yarısını bulmayagör acı biter diye kendisini bitirmeye razı olur. Yaşayamadıklarını yüklenir, eksikleri tamamlar; acıttıkça acıtır kanatır. Ama ben seçtim der aşık, ah demez. Neden demez. Kaçmaya çalışsa da imkansız zaman alsa da o zaman ömrü bir rüzgarın kuyruğuna takıp hayatı öğütse de gülümser. Çünkü bilir ruhudur o. İçinden alınsa geriye bir şey kalmadığını ruhunu aslında onu bulduğunda bulduğunu bilir. Ruhsuz yaşamanın anlamsızlığını bilir. Aşkını ilk anda karşılıksız sanan aşık kıvranır. Ama içine akar kanlı gözyaşı. Zehir olsun yine de içerim der. Sonra imkansızının tüm imkansızlığı ortada durmasına rağmen imkanlı olduğunu görünce önce şaşırır. Onca zaman nefesini tutturan o imkansızlık , onu içten içe boğan olmayacak hali karşısına dikiliverince hatta dudağına buse olup konunda kelebek gibi hayata döner aşık. Onca nefessizliklerine inat derin bir nefes alır. Şaşırır. Karışır. İmkansızdır engeller yüzünden ama aşkı artık karşılıklıdır. Aşık korkuyla kapandığı iç mezarından , ama aslında kendi kalbinde bizzat kendisinin gömdüğü  sevgilisini tırnaklarıyla kazıya kazıya çıkarır. İşte nefes can vermiştir ama sevgili hala ona ait değildir. İlk öpüşmenin ölüm ve yaşamı bir araya getirişi gibi her öpüşmede ölüm ve yaşamın bir araya geleceği gerçeği gibi. İki sevgili birbirini ister ama tuhaf engeller çıkar da çıkar. Sabırdır sınav. Aşık alışkındır lakin sıra sevgilidedir. Engelleri yendikçe yenisi eklenir. Eklendikçe aşk büyür. Büyüdükçe kendi gerçeğini büyütür. Kendi gerçeğini evrene dönüştürür. Sonunda başka her şeyi yok eder. Sevgililer kavuşur.

Aşk eski kitaplarda böyle anlatılır. Ne kadarı artık böyle kalmıştır, ne kadarı evrilip başka yere konmuştur bilemem. Son on bölümdür izlediğim sonra eskilerine baktığım benim için Yağız ve Hazan’dan oluşan dizinin özeti gibi sanki anlatılan aşk hali. Bilemem senarist Binbir Gece masallarına benim kadar meraklı mıdır? Zira yarattığı hafif soap opera evrenine nasıl masallaradki imkansızlıkta bir aşk yerleştirmiş şaşılası. Ne oydu ne buydu, ne o olacak ne bu olacak diyebilirim. Sadece diyebileceğim şey şu; eğer masalsı bir aşkı yukarıda anlattığım dinamikleri alt mesajlarına yerleştirerek yazdıysanız ve artık acının birlikte çekilme aşamasına gelindiyse Yağız ve Hazan’ın kendi evrenlerine yer açma yolculuğuna başladıysanız artık sınav evrenine ve aşkına sahip çıkma sınavı olmalı. Üçüncü şahıs sınavlarını çoktan atlayıp geçmeli bu hikaye. Engellerin başında bulunan kardeş faktörü de artık benzer hikayelerin çoğunda olduğu üzere ,aslında aşkın biricikliğinden de hareketle , iki kardeşin iktidar savaşına verilmeli. Çünkü aşk tek kişiye aittir.   "UmayMasal"