2 Haziran 2022 Perşembe

Sevdiğin Bilemediğindir- Türkan ve Somer

 

“Mısır demetleri gibi derer sizi aşk. Harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır. Kabuklarınızı elemek için kalburdan geçirir. Apak edinceye kadar öğütür sizi.- Cibran”

Aşk nerede başlar nerede büyür köklenir? Yaşarken insan bunu anlayabilir mi? Sanmıyorum. Aşk ister ateşten olsun ister sudan kişi aşka düştüğünü anlayana kadar çoğu zaman o aşk çoktan içinde köklenmiş ve kalbi sarıp sarmalamaya başlamıştır.

Geçtiğimiz hafta Türkan’la ilgili gazete haberinin Korman Hanesine bomba gibi düşüşünü görmüştük en son. Sonrası bu haftaya kalmıştı. Kendi adıma Mine adı telaffuz edilir edilmez anında çözümlenecek mesele neden kördüğüme dönüşecek sorgusuyla başladım bölüme. Unutmuşum ah safoz esas kızlarımız ah. Türk dizi tarihinin eskimeyen kanunudur: Esas kız susmasının kendisini felakete sürükleyeceğini görse de muhtemelen rakibi tarafından manipüle edilir susmaya devam eder. Seyirci saç baş yolar ama o konuşmaz. Saçma mı? Evet. Gereksiz mi? Evet. Hele haftalar önce bizzat Türkan tarafından Rüçhan’a Mine ile görüşmeyeceği söylenmişken, üstelik Mine’den, tavırlarından rahatsızlığını ifade etmişken daha da saçma. Üstelik ne hikmetse evet arkadaş olarak Türkan’ın çevresinde birini görmedik ama kardeşleri varken. Somer’le babasıyla hatta Rüçhan’la yaşadıklarını da biliyor kardeşleri. Mine ne alaka? Geçen haftada yazmıştım Mine’yi tamamen bitirme hamlesiyse bu ,ki bu hafta Mine’ye giden bütün yolların itina ile kapatıldığını gördükten sonra çok da emin değilim, kabul edilebilir.  Neyse… Satır satır bakalım bu haftaki bölüme.

Somer gazete haberinin ardından Ferit’in kapısında aldı soluğu. Bu tarz şeyleri ilkel bulsam da Somer’in kendi tabiriyle içinden çıkan canavarın nereye kadar gidebileceğini görmek açısından güçlü bir sahneydi. Pusuda beklediği Ferit’in üstüne yıldırım gibi düştü. Ferit’in Türkan hakkında söylediği yalanla daha da çileden çıkıp adamı komalık etti. Bu dayak sanırım eninde sonunda Somer’in gidişini engellemek adına iyi oldu. Diğer taraftan Mine’nin Türkan’ı manipüle etmesi açısından da korkunç bir sonuç doğurdu. Hoş Türkan Somer’in hamile bir kadına maksimum ne kadar zarar vereceğini düşündü orası da muallak. Neyse dedim dönmüyorum aynı yere. Çünkü döndükçe sinirleniyorum.

Somer’in ikinci durağı doğal olarak Türkan’dı.  Türkan’a bağırdı, çağırdı, söylendi. Gururu incinmiş, kalbi kırılmış, âşık olduğu kadını kaybetme korkusundaki her adamın aşağı yukarı davranabileceği gibi davrandı ama… Şimdi burada bir parantez. Somer çok yükseldi ki bu onun Mine’ye dahi asla taviz vermediği kibrinden  Türkan için ne kadar taviz verdiğinin ölçüsüydü ona göre. Somer baştan beri annesinin oğlu kibir konusunda. Evet annesi kadar hadsizce kibir kusmuyor ama asla da kibrinden taviz vermiyordu. Tespiti doğru,   Türkan’a yalvardı kendisine dönmesi için. Defalarca reddedilmesine karşın, Türkan ona “seni istemiyorum.” demesine karşın da devam etti hamle yapmaya. En son en alınmaz tepeyi, Rüçhan Korman tepesini bile aldı Türkan uğruna. Somer kıskançlık ve öfke nöbeti geçirirken bir taraftan da Türkan’ın onu başkası için bırakma ihtimalinin ne kadar yaralayıcı olduğunu da itiraf etti aslında. Türkan ise sustu. O sustukça da çabalarının karşılıksız olduğuna, gerçekten istenmediğine inanan Somer daha da yükseldi. Öyle ki gitmeye kalktı, gidemedi. Sonra döndü dolaştı Türkan’la paylaştığı kafese geldi. Geldi gelmesine de o kafesin Türkan’sızlığına ilk girişinde elinden düşen bavul yerine bu kez ruhu rüyaya düştü. Gündüz gözüyle gördüğü Türkan’ın hayaliyle konuştu. Bu konuşmadan anladık ki Somer Türkan’a onu sevmesi için fırsat vermediğinin farkında. Üstelik kızın onu sadece uykusunda sevebildiğinin de farkında. Diğer taraftan Türkan’a tüm öfkesine ve kırgınlığına rağmen hala içinde bir yerde kendisi için çabalamasını, ona olanları açıklamasını da bekliyor. Tüm bunlara ek, Türkan’ı tanıma çabası göstermemenin, Türkan o odada onca acıyı çekerken aslında birlikte geçebilecek güzel zamanların harcanıp gittiğinin de farkında. Pişman Somer. Türkan’a kalbini açmakta geç kaldığı için, onun huzurunda, onunla yaşanabilecekleri yaşamadığı için pişman. Kendisinden vazgeçilmiş olma ihtimali tüm bunlarla harmanlanınca delirtiyor onu haliyle. Türkan’ın onunla gelecek hayal edememesine ise takılmış. Çünkü öyle anlaşılıyor ki Somer’in gelecek hayali artık Türkan’la. Bu arada sahnenin metaforik tarafı yine yüzükler. Türkan’ın hayal de olsa Somer’e getirdiği yüzükler bir bakıma Somer’in bu evlilikten ümidini kesmediğinin göstergesi ki bölüm sonu yine mektup zarfından düşerek Somer’de kaldılar.

Somer cephesine azcık ara Türkan’a geçelim. Bana göre saçma sapan bir sebep bile olsa Türkan bölüm boyunca aile sevgisinden sınandı. Kendisinin de dediği gibi anne ve babası ona inanmadıktan sonra Somer’i nasıl suçlayabilirdi. Kuşkusuz aile olma bilinci adına sınıfta kalan Kormanlara karşı Türkan’ın ailesi sevgide birlik timsaliydi ancak gördük ki başkaları ne der sorunsalı sevgiyi bile ikinci plana itebiliyormuş. Tetiklenme noktası yani Mine’yi koruma çabası bomboş bir argüman olsa da  temelde ulaşılmak istenen sonuç sanıyorum Türkan’ın sürekli baskı altına alınmaktan yorulduğu mesajıydı. Geçtiğimiz hafta yazdığım bu hafta da arkadaşıyla konuşan Somer’in itiraf ettiği gibi Somer Türkan ilişkisi ,sanırım artık aşkı diyebiliriz, özgürleştirici bir taraf içeriyor. Somer’i annesinden, olmak istemediği kişiden hatta zamanla Mine’den özgürleştiren, kendisi olmasını sağlayan bir sevgi bu. Çünkü onun ruhu su gibi. Saydam ve akışkan. Özgür olmak istiyor. Çocuk, yetişkin, baba, evlat… Olmasına izin verilmeyen her şeyi Türkan’la olabiliyor. Diğer taraftan Türkan da aynı. Baskılanmaktan uzak, dilediğini söyleyebildiği tek kişi Somer. Onun elini ne zaman tutsa içindeki isyancı başkaldırıyor herkese. Somer kendisi olmasını sağlıyor varlığında da yokluğunda da. O da su. Somer’le Türkan karıştıkça ailelerinden etraflarından gelen her şeye karşı daha güçlü ve özgür olabiliyor. Bundan iki tarafta birbirinden ilk andan beri vazgeçemiyor aslında. Denizle nehir gibiler. Biri coşkuyla diğerine koşuyor, öteki onu içine alıp saklıyor. Türkan’ı intihara kadar sürükleyen sürecin sonunda ailesinin değil de Somer’in orada olmasının alt mesajı da sanıyorum bu. İleriye dönük olarak ne olursa olsun diye verilen sözün Mine bombası ile parçalanacağını düşünsem de ikilinin aşk akışındaki halini izlemek güzel olacak diye düşünüyorum. Türkan’ın başına örülen çorabın sahibinin de ortaya çıkmasını temenni ediyorum tabi. Zira Mine’nin herkesi parmağında oynatması çok saçma. Diğer taraftan Somer yükseldikçe bu aşkta çekeceği acının katmanlarının ne kadar ağır olacağının da sinyali gibi Türkan’ın çektikleri. Somer daha fazlasını çekecek. Selçuk daha çok dert babası olur gibi. Son deme geçmeden önce Somer’in Türkan’a neden âşık olduğunu gayet net anlıyoruz yazdığım üzere ama bu aşkı sadece Türkan’ın masumiyetine bağlamak sanıyorum manasız. Evet Türkan iyi niyetli. Somer’in ne annesine benziyor ne de Mine’ye ama Somer’in Türkan’a âşık olma sebebi bana göre onu özgürleştirmesi. Güzel olması, iyi olması, sevgisindeki dürüstlük bunun yanındakiler. Sürekli masumiyet vurgusu beni rahatsız ediyor artık.

Son demde; Türkan’ın sürekli ağlamasından, Mine’nin varotik entrikalarından, Rüçhan’ın hadsiz kibrinden ve Nesrin’in garip el alem ne der tribinden seke seke bir parça baba desteğiyle utana sıkıla bir aşk hikayesi kuran Türkan ve Somer’den, Türkan veda mektubunda da olsa Somer’i sevdiğini itiraf etti. Sıra Somer de. Umarım büyük bir şey yapar zira kızın burnundan geldi aşkı da evliliği de. Birbirlerini bilemeden çıktıkları yolda aslında ruhları birbirini bilerek sevmeyi öğrenen TürMer üstüne birbirini öğrenince neye evirilecek görelim. Somer Türkan’ın ilk düştüğü yeri, sevdiği şeyleri öğrenip üstüne Türkan’ın dizlerinde uyuyup onunla sevgiden uykusuz kalınca içindeki Türkan neye dönüşecek? Türkan’da Somer net. Baba evinin anahtarını da attığından beri sevmiş Somer’i. Yine deniz. Türkan’ın taştan kalbi, Türkan’ın yüzükleri, Türkan’ın baba evi anahtarı denizde. Somer’in bekarlık evi denizde. Fragmanda Türkan ve Somer de denizde. Boşuna suyun bilgeliği demedik bu çifte😊

Not: Türmer fandoma küçük bir rica. Blog yazısından tabiki kesitler alabilirsiniz ama ricam tamamen ssleyip paylaşmamanız. Şimdiden teşekkür ederimm:)

                                                                                                            UmayMasal        




29 Mayıs 2022 Pazar

Aşk Çarmıha Gerer- Türkan Somer

 

Kanatları sizi sardığı zaman, ona teslim olun. Tüyleri arasında gizlenmiş kılıç sizi yaralayacak olsa da. Hem aşk sizinle konuştuğu zaman, ona inanın. Bahçeyi tarumar eden kuzey rüzgârı gibi darmadağın etse  de düşlerinizi sesiyle. Çünkü aşk taçlandırdığı gibi çarmıha da gerer sizi. Hem besler büyütür hem de budar sizi. – Cibran

 

Aşk kendisinden başka hiçbir duyguya yer bırakmayan güçlü bir duygu. Acısında da mutluğunda da sadece kendisini gerçekleştirme peşinde uçlarda gezinen bir his. Geçtiğimiz hafta mahkeme salonunda bıraktığımız Türkan ve Somer arasında da fırtınasında da huzurunda da güçlenerek ilerliyor. Hoş Türkan cephesinin bir süredir umudun istiridyesine saklanmış aşk yaşadığı her türlü acıya rağmen büyümekteydi. Lakin Somer cephesinde işler karmaşık ilerliyordu. Türkan’ın ayrılma kararının ardından Somer ciddi bir dönüşüm geçirdi. Bunun temel sebebi Mine ile olan ilişkisinde bulamadığı güveni Türkan’da arama çabası mı vardı yoksa Mine ile yaşadığı aşk değildi de sadece annesine başkaldırmak için seçtiği bir acı verme hikayesiydi de Türkan savaş baltalarını çıkarınca mı kıymetli oldu bilemiyorum. Teknik olarak hikayenin bize anlatmaya çalıştığı Somer’in aslında Mine’ye aşık olmadığı ama tanıdıkça yavaş yavaş vurulduğu hatta benim tabirimle denize koşan nehir gibi akmaya başladığı Türkan’a sırılsıklam aşık olduğu amaaa… Şimdi burada küçük bir eleştiri. Aç parantez:  Birazdan bölümdeki dönüşüme ilişkin mesajları kendime göre çözümleyecek olsam da Somer’in Türkan’a sevgisinin ne noktada dönüştüğü seyirciye anlatılmalı diye düşünüyorum.  Kapat parantezi.

Mahkeme salonunda tam da beklendiği üzere Somer boşanmayacağı söyleyerek Türkan’ın kopartmakta kararlı olduğu pamuk ipliğini sımsıkı tuttu. Aralarındaki gerilim ne kadar yüksek olursa olsun bu hamle Somer’in  Türkan’dan kolay vazgeçmeyeceğinin ilk işaretiydi. Sonrasında gelen ev hamlesi, Rüçhan’a ardından Mine’ye verilen ayar  geçen hafta kararlı olacağına dair söylediklerini haklı çıkardı Somer’in. Yetmedi defalarca ve defalarca red yese de ev tuttu ardından eline tutuşturulan yüzüklerle kalsa da yeni yüzüklerle Türkan’la devam etmekteki kararlılığının arkasında durdu. Sanıyorum Türkan’ın burada Somer’e yüzükleri teslim etmesinin metaforik bir anlamı var. Zorunlu evliliklerinin simgesi Türkan’ın parmağındaki o iki yüzük. Galiba Somer yüzük bile takmıyor. Denizin bilgeliğinden beslenen çiftten önce Türkan’ın kalbi denize gönderildi. Ardından Türkan’ın taktığı gösterişli Korman tek taşı ve alyansı. Sonrasında Somer’in hem kendisine hem de Türkan’a aldığı gösterişten uzak alyanslar, bu evliliğin Somer için de artık zorunluluktan gerçekliğe evirildiğinin hatta istendik hale geldiğinin somut göstergesi. Diğer taraftan en az Rüçhan kadar evladının ne istediğinden çok etrafa odaklanan Nesrin de Türkan’ın hiç de sandığımız gibi mutlu, huzurlu bir ortamda büyümediğinin kanıtı gibi. Türkan sorun yaşamamış çünkü sorun yaratmamış. Annesi neye karar verirse ona tamam demiş. Şimdi Somer ve Türkan’ın aslında ne kadar benzediğinin bir başka noktasında duruyoruz. Somer’i taparcasına seven ama hayatını zapt eden Rüçhan, ona hayır demeye çalışan ama yakalandıkça onun hükmüne boyun eğen Somer ve sevgiden başka dil bilmediği için hayır diyemeyen Türkan. Aralarındaki duygu her şeyi kaplamaya başladıkça ikisi için de isyan bayrağını açmak annelerinin baskılarına direnmek çok daha kolay olmaya başlamış sanki. Çünkü aşk kendi isyancısını yaratır. Türkan ve Somer açısından da o isyancının ilk muhatabı anneleri. Evet aralarındaki pamuk ipliğini anneleri bağladı ama artık pamuk ipliğinden gümüş sicime dönüşen bağı kendileri oluşturdu. Arkadaş oldular, sırdaş oldular, sonunda sevgili olmaya doğru yürüyorlar. Sevgi, bir farkına varma halinin karara varma haliyle çakışması. İkisi de bu çakışmanın tam ortasında karşı karşıya duruyor. Henüz el ele olma kısmını göremesek de görmek için çok da vakit olmasa da Türkan ve Somer’in ruh aşinalığından dönüşen aşk pek çok biçimiyle ikisini sarsacak. Diğer taraftan ikili için seçilen evin de su  gibi olması şahane bir detay. Umarım Somer ve Türkan’ın kendisine dair alanı olur o ev. Mine ve hamileliği düşünülürse çok uzun süremeyecek teslimiyet anları umarım o alanda olur. Çünkü bu hafta ve önümüzdeki bölümde aile bağları çok yara alan alacak olan Türkan’ın ben kalacağını düşünmüyorum. Giden taraf olacaktır. Geçtiğimiz bölümde Mine’nin oyununa gelen Türkan’ın ,ki burada bir parantez bence çok gereksiz, saçma bir olaydı, bu hafta ailesiyle sınanacağı ortada. Türkan’dan kolay vazgeçmeyecek olan Somer açısından iki ilişkisinden hissettiklerini kıyaslaması için sonunda da eğer ortaya çıkarsa Mine’nin kötü niyetinin tüm çıplaklığı ile ortaya serilmesi adına iyi hamleye dönüşebilir bu saçma sahne. Acı çekiliyor bari bir faydası olsun. Bu fayda sadece Türkan’ın Somer’e dönüş yolu olmasın. Kuşkusuz Somer’in Türkan’a inanması çok kıymetli ama başka katmanları da açılsın.

Somer için baştan beri sahiplenilen Türkan’ın ruhunda yarattığı dönüşümü iskele sahnesinde bir parça görmüş olmak da güzeldi aslında.  Yine suyun içinde, denizle hatta güneşle iç içe sahnede. Ne dedi: Alışırdım. Bitti dediğimde bitseydi keşke. Bitmek söylemek kadar kolay değil. Olsaydı keşke. Direnişimi kıran yürümem gereken yolu anımsatan sesini, güzel yüzünü unutamıyorum…  Türkan’ın Somer’in ruhunu okuyan ve içindeki kırgın çocuğu sarıp sarmalayan saf sevgisi Somer’i korkuttu. Direnmesine neden oldu. O direniş kırıldı. Ardından elinde yüzüklerle “Ne istiyordum ben? Neyi arıyordum? Neyi kaybediyorum şimdi? Neden acıdan çok korku var içimde?” diye sorarken kendine; en başında Mine’ye sevgisiyle ona dönmek isterken onunla hayat kurmak için yol ararken şimdi Türkan’ı ve sevgisini kaybetmekten, kendisiyle ilgili gelecek hayali kuramadığını söyleyen Türkan’la aile hayali kurup o hayalin altında kalmaktan korkan Somer’e dönüştüğünü anlıyor aslında. Çünkü kaybetmek üzere olduğunu fark ettiği tam da Türkan’ın Korman hanesinden kaçarken iç sesiyle söylediği şey: “Umarım, yüreğin sana ışık olur, ses olur da  bir gün hiç bulamayacağı bu sevgiyi elinin tersiyle nasıl ittiğini hatırlatır.” Çok sürmedi Somer’in anlaması.

Son olarak; aynılık bazen en büyük tezattır. Güvenle sınanan Somer’in Türkan’ı ona olan güveninden vuracak olması tamamen aynılığın keskin yüzlü bıçağı. Sırtına açılan yaralara alışık olan Somer’in Türkan’a açtığı yaranın kendisinde yaratacağı kanamaya hazır olup olmadığını da göreceğiz. Somer’in yaralarının sızısını kendi acısı bilen Türkan’ın bu konuda ruhunun hazırlığı malum. Acıyacak ama ayakta kalacak. Peki Somer… Aşk çarmıha gerendir.

                                                                                                       UmayMasal




20 Mayıs 2022 Cuma

Aşkın Su Hali- Türkan ve Somer

 Su Gibi Akmak mı, Şekil Almak mı?

“Aşkın kendini gerçekleştirmekten başka tutkusu yoktur. Fakat aşıksanız ve arzularınız olacaksa mutlaka, şunlar olsun arzularınız: Erinmek ve akan bir dere olmak ezgisini geceye söyleyen. Tanımak haddinden fazla sızısını. Yaralanmak kendi aşk idrakinizle; kan ağlamak isteyerek ve sevinçle. - Cibran”

Merhaba sevgili okur. Uzun zaman oldu biliyorum. Arada derede bir şeyler karalasam da uzun zamandır aşkı anlatma çabasındaki bir çifte yakından bakmıyorum. Beni okuyanlar bilir, hikayedir aslolan diyerek yazarım ben. Ama tabi o hikâyede bir yerinden bir duygunun beni yakalaması, tutup sürüklemesi gerekir. Şimdi içimde yankılanan o duyguyu bir yerinden yakalayan ama bunun sürekli olup olmayacağından emin olmadığım bir kurgu aşkını yine bence, bana göre anlatmaya çalışacağım. Peşime takılmak istersen hadi tut sözcüklerimi gidelim. Sürekli okuyanlarımdan birinin dediği gibi olan hikâyeye bence bakarken yeniden mi yazarım yoksa yazanlarının aslında anlatmak istediği midir yazacaklarım, birlikte keşfedelim. Aşk acıya talip olmaksa, bile bile formunu dönüştürmekse, ateş olup yanmak, su olup akmaksa bir yerinden bunu yakalayan kurguyu kovalamak da güzeldir diyelim.

Sebeb-i girizgahımın müsebbibi çift yine aslında başından beri izlemediğim ara ara videolarıyla karşılaşsam da uzun uzun üstünde durmadığım bir hikâyenin parçası olarak karşıma çıktı. Sonra minicik bir ayrıntı, bu çiftle “su” arasındaki ilişki beni cezbediverdi. Su ki hayattır, yeşerten, yaşatan, hafızası olan, şamanik öğretilerde bilgeliği temsil eden. Sessizliğinde sakladığı direnişiyle, form değiştirebilmesiyle mucizesini içinde taşıyan.  Tamam tamam yazıyorum. Su mucizesine göz kırpan bu çift:  Türkan ve Somer.

Üç Kız Kardeş kitabından ekrana seken hikâyenin başladığı nokta benim açımdan pek de izlenesi değildi aslında. Zira aynı gün başka bir işe bakıyordum vakit buldukça. Bizim evde kumanda sahibi sevgili annem o işteki baş erkek oyuncunun karakteri ölünce hikâye ile bağını kaybetti ki sanırım aynı sorun bende de baş gösterdi. Ayrıntıya gerek yok ama bir dizide kişiyi bağlayan pek çok dinamik olmakla beraber biz kadınlar o hikayedeki nahif aşkla çok daha kolay bağ kuruyoruz sanıyorum. Neyse esas oğlan ölüp yerine yeni bir esas oğlan gelince bizim kumandanın rotası değişti haliyle. Kaynana dayağı, zorlama evlilik bu evlilikten umulan aşk filan, amann yine mi şiddet derken son derece standart hikâyenin içinden çıkabilecek bir potansiyel bizi bir yerinden yakaladı. Ama itiraf biz yakalandığımızda ilk dört geçilmişti.

Çocukluğu sevgisiz bir evliliğin içinde geçmiş Somer’in, babası ile aynı kaderi paylaşırken buna isyanıyla kırıp döktüğü ama bir taraftan da tüm isyanına rağmen otoritesine boyun eğdiği annesinden korumaya da gayret ettiği Türkan’la arkadaş oluşuydu ilginç olan hikâyede. Aşık çiftlerin konuşma özürlü olduğu kurgu dizi evrenimizde Somer ve Türkan sürekli konuşuyordu. Dur hemen deme son bölüm diye, oraya da geleceğim. Somer’in yaralı çocukluğunun karşısında tüm tezat haliyle duran mutlu çocuk Türkan. Sevmenin bir alma verme hatta karşılıklılık ilkesinde konumlandığına inanan ve buradan seven Somer’in karşısında karşılıksızlığı sevgiye mesken etmiş Türkan. Ne kadar Türk filmi değil mi? Ama bir o kadar güzel, nostaljik. Korman sevgisizliğinden şoklanmış Türkan’ın dayanma çabasına şu an durduğum yerden gözlerimi devirsem de, bu tezatın zamanla diyaloglarla dönüştüğü senkronu izlemek o kadar keyifliydi ki. Bu hafta Somer’in de dediği gibi en uzak olduklarında bile gülen, eğlenebilen, karşısındakini koşulsuz kabule yatkın en çok da içindeki duyguyu serbestçe konuşan bir çiftti Türkan ve Somer. İki annenin pamuk ipliği ile bağladığı ikili aynı odanın içinde yaralandı, ağladı, birbirinin yarasını sardı, oyun oynadı, atıştı. Somer’in umutsuzluğuna karşılık Türkan’ın umuduydu aslında atışan. Bir taraftan da en tutsak gözüken Türkan. Oysa  Canım’ın kafesindeki yaşamı gibi gidemeyen, özgürlüğü özleyen ama neresinden özgür kalacağını bilemeyen; Rüçhan’a hayatlarının anahtarını teslim etmiş Kormanlar. Hatta o kafesin bekçisi gibi gözükse de en büyük tutsağı Rüçhan. Kim tutsak kim özgür? Tüm bu sarmalın ortasında büyüdü Türkan Somer arkadaşlığı işte. Sonra su gibi aktılar birbirlerine. Deniz kenarında birbirlerini fırtınalı ve sakin denizlere benzettiklerinde başladı akışları. Benim için de su oluşları. Kafeslerinden çıktıkları ilk an denize gittiler ve yavaş yavaş birbirlerinin şeklini almaya başladılar. Su zaten en kolay form değiştiren şey değil mi? Bir taraftan içinde evrenin tüm sırrını saklarken damla damla bir taraftan da sükûnetle kabul etmiyor mu zorlamaları? Demiyor mu “Tamam şeklini alırım ama ben ben olmaktan vazgeçmem.” Somer Türkan’ı öğrendikçe annesi ve belki Mine’den farklı, o su halini gördükçe teslim etti kendisini, akışa bıraktı. Sevgisinin karşılıksızlığını kabullendiği Türkan’ın su gibi akıp gideceğini de hesaplamadı. Hatta o kadar hesaplamadı ki Türkan’ın babası onu senden alırım dedikten sonra eşya almak için döndüğü ortak kafeslerinde o yoklukla karşılaşınca gözleri doldu. Ama onun teslime en yakın olduğu bu zamanlarda Türkan ailesine yapılanlar ve Somer’in hayatında biri olduğuna inancıyla çıkılamaz denen hatta Korman erkeklerince cidden çıkılamayan kafesin kapısından akıp gitmişti bile. Türkan akıp gidince  Somer de babası da onun açık bıraktığı kapıdan süzülüp çıkıvermişti bir cesaret. Kendi yarattığı kafese mahkûm Rüçhan dışında herkes özgür kalmıştı bir anda. Rüçhan bir tarafta dursun. Somer ise kendi su haline geri döndü Türkan sayesinde. Deniz üstünde, kimseleri sokmadığı evine döndü. Döner dönmez de fırtına halini suskunluğunda saklayan Türkan’ı aradı. Ama kısa sürede anladı ki kendisi nasıl onun huzurlu akışının şeklini aldıysa Türkan da Somer’in fırtına halinin sert dalgaları olarak vuruyordu aşka. Deniz kıyısında yaşayan Türkan’ı denizden kaçıran, sonra denizin üstünde öpen, sonra denizde saklamaya çalışan, Türkan’ı ilk kez kalbini ona teslime hazır şekilde sabaha kadar izleyen Somer’in Mine’ye dair hiçbir şeyi de kendi evi ilan ettiği ve Türkan’la Türkan’a dair insanları aldığı alanında tutmaması da bana göre karışmak istediği denizin Türkan olmasına göndermeydi. Sözcüklerini susan Somer ve o sözcükleri duymadan geri dönmeyi asla düşünmeyen Türkan’ın itirafı da deniz kenarında mı olur acaba? Bu metaforu ben uydurmadıysam mutlaka öyle olması gerekir. Çünkü bazı aşklar ateştir. Yakıp kavurur. Yanmak baştan başlamanın aynılaşmanın yoludur. Yanmadan kendinde olan kendini yok etmeden aynılaşamazsın bazen. Yanmayı seçmektir bilmenin tek yolu. Bilmek için yakarsın kendini, kül olursun ki birlikte, külün küle karışsın savrulsun ve bizlik olsun. Bazı aşksa su olmaktır. Bilen bileni tanır. Zamanla karışır birbirine. Tanıdıkça aynılığını fark ettikçe sarmalanır aşk. Huzurlu bir bilme halidir. Ama o huzur elinden alınırsa suyun fırtınaya dönüşmesi en az yanmak kadar acı vericidir. Bilme halinin acısı kişinin içine oturur. İçini kurutur. Fırtınasında da melteminde de su, sudur ama. Nehir de dere de denize karışır. Bakalım Somer Türkan’a karıştığını ne zaman ve nerede itiraf edecek? Etmeli çünkü. Sürekli ıslanmakla olmuyor bu işler. 

Dilerim girişte Cibran’ın dediği gibi aşk kendisini gerçekleştirmenin yolunu bulur bu hikâyede. Zira kitaptan bağımsız hale geldiğini düşündüğüm Türkan ve Somer’in en keskin ayrılığı yaşamadan önce gerçekleşmesi lazım. Özellikle Somer’in karışma haline ve duygularının gücüne ikna olmaya ihtiyaç var. Bir de Türkan ve Somer’i güzel yapan konuşabilmeleri. Bu özelliklerini almayın ellerinden. Bırakın konuşa konuşa karışsınlar birbirlerine ki ayrıldıklarında denizi içmekten korkan Butimar’a dönmesi gereken Somer’e ikna olalım. Aşkta formunu değiştirmeye kararlı Somer’in Türkan’dan başka çaresi olmadığına Türkan’ın da içindeki bilgelikle acısında yeniden ve yeniden büyümesine, aşkta deniz olmasına ikna olalım. Şekil almaya çalışan Somer’in koşa koşa akmasına şahit olalım. Çünkü deniz Türkan ona koşan nehir Somer olmalı bu evrende. Bence...    


                                                                                                                            Umay Masal





3 Mayıs 2022 Salı

Hayal Perdesinin Aykırı Cadısı

 Tilya Damla Sönmez’e…

Arkadaşım, arkadaşımız Tilya Damla. Âdettendir arkadaşlara doğum gününde hediye verilir. Kuşkusuz sana da bir sürü hediye veren oldu, olmaya da devam edecek. Ben sana ne hediye vereyim diye düşünürken sözcüklere olan sevgimizin ortak paydamız olduğunu hatırladım ve sana sözcükler hediye etmeye karar verdim. Hem belki benim düşüncelerimi ve duygularımı paylaşan birileri de vardır kim bilir? Hem nasıl bir serüvenden geldiğimizi yazmak, buraya not düşmek de keyifli olabilir diye de düşündüm. Seninle tanışıklığımız en azından benim için Ceylan’la sanıyorum. Bir Aşk Hikayesi’nde Korkut’un acılı  hikayesinin ortağı, onun sevdasının muhatabı Ceylan’ın aşkla büyüyüşünde izledim ilk seni.  Zaman zaman şımarıkça zaman zaman korkarak ,bir kız çocuğunun ruhunun çizile çizile büyümesinin de öyküsüydü aslında. Sonra Gülru olarak gördüm seni. Hırslı, aşık, öfkeliydi Gülru. Hayattan intikam almak için sınırlarını zorlamaktan asla kaçınmayan genç bir kadındı. Garip şekilde kendi eğlenceni de kattığın bir karakterdi Gülru ama  orda bir yerde kaçırdım galiba seni ben.


Sonra Efsun’la yeniden karşılaştık seninle. Asla izlemeyeceğim hatta izlemeyi bile düşünmeyeceğim bir dizinin ortasında bir anda Efsun Kent olmuştun. İyi bir oyuncu olduğunu zaten biliyordum ama Efsun’la birlikte müthiş bir anlatıcı olduğunu da keşfettim. Hep dediğim gibi Şehrazad’tan referans alan, bazen yazan bunun fakında mıydı diye tereddüt etsem de, inanılmaz eril bir hikâyenin içinde ışıldayan, alabildiğine  dişil karakteriyle hikâyeyi ele geçiren Efsun. Sen öyle Efsun olmuştun ki oyunculuğundaki güce bir kez daha hayran oldum. Sanırım tam da o noktada yani Efsun’un eril evrene başkaldırısında ruhlarımız bir çeşit arkadaşlık bağına sahip oldu. Pek çok kişi buna katılacaktır. Sen ne kadar hissettin ya da bunun kendince ne kadar tarafısın bilemiyorum ama kurgu evrenine de fazlasıyla sirayet eden kadını hiçleştirmeye yönelik çabaya karşı ortak taraf olma tutumumuzdan biz zaten çoktan arkadaş olmuştuk bana göre.




 Sonra Damla ve Sibel’le tanıştım. Evet kronolojik değildi keşiflerim ya da seninle tanışma sürecim. Damla’ya çokça kızdım ben ama savrulmanın ne demek olduğunu bildiğim için o savruluşta kaybolmanın üstelik çocukluk ve sonrasında gençlik denen sarmalda tek başına, yersiz ve yurtsuz hissetmenin yarattığı tahribattı bana göre onun çığlıkları. Onunla da bağ kurmamı, pişmanlıklarına üzülerek finalde onu uğurlamamı sağladın. Sibel’e gelince… Kuşkusuz başyapıtlarından biri Sibel. Kadının özündeki ruhsal gücün yansıması Sibel’de arketipsel Vahşi Kadın’ın başkaldırarak toplumun Mavi Sakallarına karşı mücadelesini anlatırken sen de içinde yaşadığın dünyanın Mavi Sakallarına başkaldırdın belki de. Bunun için içimde en çok hissettiğim yaratılarından biri.  Aldığın ödülleri sonuna kadar hak etmekle birlikte Sibel’de ortaya koyduğun performansın en etkileyici hatta büyüleyici tarafı içine aldığın, kendine mal ettiğin seyircinin o atmosfere senin gözlerinle bakmasını sağlamandı. İnsanlık denen varoluşsal mücadelede aslında toplumların hangi maskara düzenlere babalık, sevgi, vicdan gibi kavramları nasıl kurban edebildiklerini izlerken ağladım.  


Sonra Anna ile tanıştım. Kırılgan ama güçlü. Bir Çağ Fatih’ine kafa tutabilecek cesarette ve zeki. Kısacık anlara sığdırdın onun hikayesini. Ben tanışırken teker teker yarattığın kadınlarla Efsun’da eviriliyordu kendi hikayesinde. Efsun’un evirilişi dursun bir kenarda bu kez Ophelia oldun bir anda. Hamlet’in kendi delirişinde parçaladığı Ophelia ve o parçalanmada sevdiği adamla birlikte pay sahibi baba ve erkek kardeş. Her seferinde erkeklerce sadece kendi çıkarları için parçalanan kadın ruhu, yağmalanan kadın hayatı. Bu kez Ophelia’ydın hem de aynı anda Efsun’un içinden başka başka Efsun’lar çıkarırken. Etkileyiciydi. Kabul ediyorum can yakıcı ama etkileyici bir performans süreciydi. Çok zaman geçmeden seni Arya olarak gördük. Bu kez adalet arayan bir savcıydın. Özgür seçimleri olan Arya’yı çok kısa zamanda Efsun’dan öyle bağımsız yaratmıştın ki yine oyunculuğun adına taktire şayan bir hamleydi. Arya özgürdü özgür olmasına ama yine de bir erkeğin hikayesinde heba olup gidivermişti günün sonunda. Sonra Dilruba’yı getirdin bize. Öyle bir hikâyede ve öyle bir anlatımla ki üzgünüm sadece senin sahnelerin ekseninde izleyebildim. Başta çok kızdım bu hikâyede ne işi var diye? Sonra sonra oynadığın karakter üzerinden anlatıyı ve beraberinde yarattığı yansımayı izledim. Hoş benzer bir deneyimi Efsun’la da yaşamıştım zaten ama burada en üzücü taraf bizzat kadın diliyle eril bir şekilde ezilen, ezildikçe şakşaklanan zihniyetti. Ne tuhaf.  

Şimdi seninle karşılıklı duruyoruz. Senin de eğer okursan düşüneceğin gibi daha tanışmadığım karakterlerin var. Tanışacaklarım da var. Sevdiklerim var sevmediklerim var. Sevdiklerim olacak, sevmediklerim de olacak. Bazen sana kızacağım, ki kızdığım da oldu; ama en çok seninle olan sevgiye dayalı arkadaşlığımızın devam edeceğini biliyorum sanırım bu serüvende. Tezer Özlü der ki; “Yolculuk ilginçtir. Dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. İnsanlardan geçilir. Irmaklar görülür… Sonra yol ilerler. Dünyalara açılan, yeni yaşamlardır yolculuklar.” Hepimiz hayat içinde kendi hikayemizin peşinde bir serüven yaşıyoruz. Seçimlerimiz, seçmediklerimiz bize eşlik ediyor. Serüven dediğimiz çoğu zaman kendimiz oluyoruz ve çocukluğumuzun gizli bahçelerine dönmeye gayret ediyoruz. Burada kişisel yaşamımızın sanatçısı olmaya kendi kişisel mitolojimizi kurgulamaya çalışıyoruz aslında.  Sen de ben de biz de rutinin öldürücülüğünden uzak, süresiz başkalaşmalara açık yaşamak için mücadele ederken yoldayız ve yoldaşız işte.  Oruç Aruoba’nın dediği gibi “Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir; kendi yeri – kendisidir.” Canım Arkadaşım Tilya Damla Sönmez, doğum günün kutlu olsun.  Yeni yaşın sana istediğin ne varsa versin. Bu serüvende hep aş kendini bir şekilde biz de seninle yeniyi arama gücümüze güç katarak ilerleyelim. Sen bizdeki kıymetini bil. Seninle heyecanlanan, senden ilham alan bunca ruhun elini omzunda hisset. Seni en kısa zamanda başta tiyatro sahnesi olmak üzere hayal perdesine hizmet eden her yerde görmek dileğini bırakıyorum buraya. Ek olarak umarım müzikal yaparsın. Kurt kadınları anlatmaya devam olur mu? 

Seviliyorsun hem de baya seviliyorsun Tilya Damla Sönmez, Hayal Perdesinin Aykırı Cadısı.    

                                                                                                                                       Umay Masal 




11 Haziran 2021 Cuma

EfYam'a Veda

 Bir filmde ihtiyar bir albayın sorgu sahnesinde anlattıklarının yani hikayesinin mantıksız olduğu ima edildiğinde; “Gerçek ile kurgu arasındaki fark da budur işte: Kurgu mantıklı olmak zorundadır.” cevabını verir. Kurgu tutarlılık ister. Kurgunun tabanının iyi oturması gerekir. Çukur evreninde tutarlılık hiç olmadı. Onca tutarsızlık içinde de en çok harcanan kadınlar oldu. Selam sevgili okur. Çukur yolculuğunda sona geldik. Anlamsızlıklarla boğuştuk. Kızdık, kırıldık, söylendik, bıktık, acı çektik, altı hafta ayrı kalan esas çift için şafak saydık. Sonra bir araya geldik ve tam sevindik dedik Efsun’un bağımlılığından dolayı aslında kavuşamadığımızı anladık. Zindana tıkıldık, halaylara söylendik, güvenli evlere geçtik iyileşir gibi olduk, evimiz oldu ama biz bir türlü sadece biz olamadık. Sahnelerimiz yok edildi. Acılarımız görmezden gelindi. 3 yıl işkence çektik sağlı sollu. Ne sağ soldan ne sol sağdan haberdar oldu. Ya da oldu biz görmedik. E o zaman biz o acıları neden çektik diye sormaya fırsat tam olacak gibiydi ölü balık hortladı, kafalar karıştı, akvaryum travmalarını sözlere tutunarak atlatalım dedik ve biz ne yaşıyoruz demeye kalmadan Gökhan Horzum öyle bir finalle geldi ki akıl tutulması mı desek para tuzağı mı desek toptan yıkama yağlama parlatma derdi mi desek bilemeden öylece kaldık. Mantık Çukur evrenini terk etmişti çoktan da son bölümde emek, meslek etiği, saygı, değer ne varsa yerle bir edilerek hikâyeyi Boticelli’nin Cehennemi’nin dibine yolladık. Cidden yolladık çünkü kanal 7 formatlı üç eşlilik güzellemeli, rakı sofralı katiller cenneti olsa olsa cehennemdir. Cennet olsa duramazsın çünkü. Hem de cehennemin yedinci katı.

Şimdi başa saralım ve üç bölümdür olanlara bakalım. Bu noktaya nasıl geldik düşünelim. Çukur’dan kaçmak zorunda kalan amcanın ardından Yamaç’ın Efsun’a evlilik teklifini izlemiştik. Aslında daha önce güvenli evde Hırçın Prenses masalının arasına sıkıştırılmaya çalışılan romantik tekliften bürokratik sebeplerle evlenmeye karar veren EfYam’a nasıl geldik biz bilmiyorum. Başta sahneyi Tilya Damla Sönmez ve Aras Bulut İynemli’nin oyunculuğu sebebiyle bir çeşit “Ruhlar birken evlilik zaten bir formalitedir.” diye yorumlamış olsam da süreç gösterdi ki aslında dert o değilmiş. Dert iki yıldır bize imkansıza rağmen engel olunamaz şekilde doğan, büyüyen, önüne ne varsa katıp süpüren Efsun ve Yamaç aşkını dinamitlemekmiş. Tüm sezon boyunca altını boşaltmak için uğraşı gösterilen EfYam’la derdin sadece Çukur evreninin üzerine çıkması, o evrenden bağımsızlaşarak kendi kitlesini oluşturması olduğunu sanıyordum. Gittikçe içindeki büyünün boşaltılmasının, kavuşmaları bile olay olan, kızlarını oynayan çocuk oyuncunun fenomen haline gelmesine neden olan çiftin nikahının geçiştirilip tek replik bile yazılmamasının sebebi iki sezon önce kötü oyunculuğu, inandırıcılıktan uzaklığı ve özellikle izleyicinin artık karakteri görmek istememesi nedeniyle öldürülen Sena’ya ahiretten final yazılmak istenmesiymiş. Çok acayip. Motto da acayip: “Yanındaki ile yaşarsın, aklındakiyle ölürsün.”  Romantik hale getirilmeye çalışılan ama nereden bakarsanız bakın son derece çirkin ve aldatmaya dayalı olan bu cümleyi matah bir şey sanan akılsızlara diyeceğim şey umuyorum birilerinin aklında birileri varken siz onların hayatında olmazsınız. Bu tip mottoların sevgiyi, aşkı, her tip duyguyu anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramadığını anlayacak zekâ düzeyine gelmeniz temennisiyle devam ediyorum. Bizlere son anda pazarlanan Yamaç’ın Sena aşkına inanabilirdim belki mesela Efsun Yamaç’ın  hayatına en imkânsız noktadan girmeseydi ve Yamaç Efsun’un gözlerinde dünyadaki tüm varlığını unutmasaydı. Mesela Efsun ve Nehir seçenek olarak önünde dururken Nehir anlamsızca evindeyken Yamaç kendisine “Git.” demiş olan Efsun’un kapısını kırmamış olsaydı eğer. İnanabilirdim Yamaç kolay olan ne varsa geride bırakıp “Bizim birlikte olmamız savaş meselesi.” diyen kadına “Belki zamanla” diye cevap vermeseydi eğer. İnanabilirdim belki Yamaç Efsun’u kaybedebileceği ihtimali karşısında ruhunu teslim edecek hale gelmeseydi eğer. İnanabilirdim belki Yamaç Efsun’u kaybedecek diye her seferinde delirmeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun için Çukur’u, ailesini geride bırakıp ölüme yürümeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç üç yıl işkenceden sonra dönüp “Efsun’u bulsam yeter.” demeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun sayıklamalarıyla eli kalbinde gezmeseydi eğer. Efsun’un elini kalbine koymasaydı eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun’a “Ben sen varsın diye yaşıyorum, sen varsın diye kim olduğumu biliyorum.” demeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç giden Nehir’in ardından kılı kıpırdamazken Efsun gidecek diye aklını yitirmeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun’a aşk, aşk işte demeseydi eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun’a aklından geçen her şeyi anlatmasaydı eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun’a “Ellerinde ne var senin, gözlerinde ne var?” diye tutkunluğunu anlatmasaydı eğer. İnanabilirdim Yamaç Efsun'u kendisine saklamak için deli gibi uğraşmasaydı eğer. İnanabilirdim aile sofrasında Efsun'un yokluğundan dünyanın en yalnız adamına dönüşmeseydi eğer. İnanabilirdim ağzından çıkan "Canımmm" sözcüğüyle canıyla beraber Efsun'a koşmasaydı eğer. İşte tam da bu yüzden inanmıyorum. Ben bana ilk andan beri bu ilişkide ne satıldığını biliyorum. Bana ne anlatıldı biliyorum. Aras ve Damla ne anlatmaya çalıştı görüyorum. EfYam’ın büyük aşk, çok büyük aşk olduğunu biliyorum. Bu hikâyede tek şizofren var. O şizofren de biz değiliz. Ne gördüysek onu okuduk biz. Ona göre yorum yaptık ki oyuncular da bunun farkında olarak oynadı hep. Aras Bulut’un Efsun’a dair yarattığı dil asla kimseye benzemedi. Bir bakışla, bir dokunuşla Efsun’a olan duyguyu ayırdı hep. Hikayenin en sakil kaldığı zamanda bile Efsun’a öyle baktı ki, kaybolurcasına biz dedik ki evet çok aşık Yamaç. Aras Bulut’tan iyi kim bilecek Yamaç’ı? Damla Sönmez sadece seven değil sevildiğinden emin bir kadın yarattı hep. Kırılgan ama güçlü bir sevdayı ilmek ilmek ördü iki oyuncu yorumlarıyla. EfYam dili yarattılar ekranda. Tekrarlı refleksler buldular Efsun’la Yamaç’a.  Kısaca biz şizofren değiliz. Şizofren olan cinsiyetçi kafanın adresi belli.  Hangi noktada, ne devreye girerek bu son reva görüldü izleyiciye bilmiyorum ama dilerim kurgu perileri sizden intikamı alır. Zaten sağdan soldan çalıp çırparak aparılmış “Çukur” evreninde böyle rezil bir sona ulaşmanın, bunu son diye izletmenin bedelini batarak ödersiniz umarım. Hani o yenileme derdine düştüğünüz hikâye politikanız da umarım elinizde patlar. Tilya Damla Sönmez ve Aras Bulut İynemli’nin heba olan emekleri de sizden çıkar.

Aslında genel olarak Çukur evrenine hâkim olan eril dilin rezilliği yeni değil. Sadece Efsun’a yönelik de değil. En sert cezayı hep çeken Efsun olsa da, finalde hikayenin ana karakteri Yamaç’ı bile hiçe sayacak kadar ileri gitme pahasına yanına Efsun’u ekleyip gerçek aşkın üstünde tepinilse de bu hikayenin olayı zaten kadını yok saymak. Geriye dönüşlü baktığımızda şu an kör ölür badem gözlü olur ayağına yedirilen Sena aşkının da tamamen bir koruma- korunma refleksi üzerine kurulduğu, karakterin sadece erkeğe sığınan ve bu sığınma bedeli olarak sürekli iteklenen, hor görülen yapısı açık. Sadece bu kadar da değil. Karaca ve Akşın koca bekleyen kızlar olarak yazılmış mesela. Efsun gelene kadar evrenin en güçlü kadını yazılan Sultan ise, bilindiği kadarıyla kocası tarafından iki kez aldatılmış, belki daha çoktur bilemeyiz ki, sevgisiz, iktidar meraklısı bir kadın. Öyle ki Çukur gitmesin de varsın oğullarım ölsün kafasındaydı sürekli. Damla’nın hikâyeye giriş şekli ile devamında dönüştüğü şey ise ortada. Ayşe’nin sorgulanan anneliğinin üstüne annelik için mutlu olduğu adamı terk etmesi ama o adamın onu aldatmasına rağmen Ayşe için ölerek yine parlatılması. Bu hikâyede aldatan erkek parlatılır. Bakınız Murtaza, bakınız İdris. Yamaç Efsun için çatıda yatmışmış, Yamaç Efsun’u aldatmamışmış, Yamaç, Efsun için kıyamete yürümüş kimin umurunda? Bizim dışımızda pek kimsenin derdi değilmiş meğerse. Üstelik kızının intikamı için ölüme yürüyen Ayşe’nin amcayı öldürememiş olması ayrı hezimet. Ama doğru, kadınsan intikam alamazsın. Senin sevdiklerin için yapacağın tek şey çorba yapmak olabilir bu hikâyede. Gökhan Horzum sen bir cinsiyetçisin. Kadınlardan nefret eden ve kurguyu kadından intikam alma aracı olarak kullanan şizofrenik bir cinsiyetçisin. Efsun’a sadece ve sadece babasının intikamını almaya çalışan bir kız çocuğu olduğu için yaptıkların, sadece senin kadın cinsinin senin için ne kadar ulaşılmaz ve kompleks sebebi olduğunun başlı başına ispatı bana göre. Her seferinde ululamaya çalıştığın o evde çorba yapsın, sesi çıkmasın, konuşmasın, silik olsun kadın ve ancak ana olursa kutsaldır kafan var ya o kafaya anlatacağız kadının gücünü. Tatlı su demokratı seni. Ödünüz kopuyor ya kadın içindeki dişiyi yeniden yakalarsa ve onunla el sıkışırsa başınıza geleceklerden. İşte düşündüğün her şey olacak. Korkun. Sizin eşit olmayan kafalarınıza vura vura öğreteceğiz o eşitliği gerçekte de kurguda da. Bu final senin eserin veya değil hiç fark etmez bu hikayeyi buraya sürükleyen sensin. Dilerim bedelin buradan olur, hikaye anlatamazsın, anlatsan da kimse duymaz seni bir daha.

Son demde; ben zihnimde Efsun ve Yamaç’ı mutlu sonla uğurluyorum. Benim hikayemde Efsun ve Yamaç o geceden bir süre sonra Çukur’un minik ailelerine iyi gelmeyeceğini anladı ve Çukur’u terk etti. Çok uzaklarda bir sahil kasabasına yerleşti. Son sahnede evlerinin deniz görünen bahçesinde kocaman bir çınar ağacının altına kurulmuş hamakta EfYam kucak kucağa sallanıyor. Yamaç gözleri kapalı ve sımsıkı sarılmış Efsun’a. Başı sevdiği kadının göğsünde saklı. Huzurda Yamaç. Gülümsüyor.  Efsun o büyülü sesiyle ona masal anlatıyor. Efsun’un eli Yamaç’ın saçlarında dolaşıyor. Güneş ışığı yüzlerinde, saçlarında kovalamaca oynuyor ışıl ışıl. Kamera açısı genişlediğinde yerde çimde oynayan iki çocuk: Masal ve Yamaç. İkisi de kahkahalar atıyor. Sonra Yamaç’ın sesi: Mucize diye bir şey var. Güle güle EfYam.




Hamiş: Tilya Damla Sönmez ve Aras Bulut İynemli bu aşka inancınıza, sevginize, saygınıza teşekkürler. Siz inanmasanız çoktan düşmüştük. Efsun ve Yamaç Çukur evreninin en büyük aşkı oldu. Son cümlede ne yazarlarsa yazsınlar hikaye bizim. Bu sizin sayenizde. Dilerim başka bir hikâyede, en güzel halinizle yeniden sizi birlikte görürüz. Hak ettiğiniz değerde, hak ettiğiniz şekilde.

“Adam kadına gülümsedi:

-Sen, sen benim mucizemsin, dedi. Öyle imkânsız geldin ki hayatıma, hayatım diye bir şey var mıydı bilmiyorken. Sen maviye çalan gözlerinle, ellerinle benim mucizemdin. Hala da öylesin. İyi ki geldin.”

iyi ki geldiniz...

                                                                                                                              Umay Masal







14 Mayıs 2021 Cuma

Emanetçi Bellek

 Öyle hatıralar saplanıyor ki zihnimize içinde olduğumuz zamanın hangi noktasında bu saplanan hatıralarla ne şekilde karşılaşacağımızı düşünüyor buluyorum kendimi. Salgın hastalıklardan, savaşlardan, kötücül enerjilerden geçtiğimiz bugünlerde zihnimize mıhladığımız imgeleri gelecekte nasıl, ne şekilde hatırlayacağımızı veya hatırlayacağımı bilmiyorum. Anılar bellek denen depoda nasıl birikiyor, nörobilim açısından hangi odaya ne atıyoruz çok bilgi sahibi değilim. Sadece bildiğim yaşamışlıklarla evrilen anıların hatırlama zamanlarında insan üzerinde bıraktığı izin derinliği. Kısacık bir bilgi parçacığının kimliğimiz, acılarımız, sevinçlerimiz üzerindeki değiştirici etkisinin çağrışımsal gücünü biliyorum sadece. Selam sevgili okur. Son dört sayarken yine birlikteyiz. Sebeb-i girizgâh Efsun ve Yamaç. Şimdi eminim acaba bu hafta ne yazacak diye başladığın yazıda böyle bir girişin sebebini tartarak ilerliyorsun. Merak etme bağlayacağım bir yere. Ancak sen de eminim hak vereceksin ki bu hafta irdeleyebileceğim pek bir şey yok. Ben de bambaşka bir yerden hikâyeyi ele almaya çalışacağım mümkünse tabi. Neyse…  

Bu hafta Çukur klasiği ölülerin bulunması, mezarlık sahnesi ardından kısa süreli yas ve ardından edilen intikam yeminleri ile Çukur’un genel kitlesine hitap eden sözde dramatik ama bir kısmı James Cameron Avatar filmi evreninde geçerken eski Türk filmlerine editöryel anlamda selam da çakan bir bölüm izledik. Genel olarak suç filmlerini, dizilerini, kitaplarını severim. Polisiye ayağı güçlü dramatik kurgular en sevdiklerimdendir. Arthur Conan Doyle’dan Edgar Alan Poe’ya ordan Mario Puzo’ya ve Agatha Chiristie’ye kadar da kültleri okumuşluğum da var. Ama bu Çukur’un genel evreni hani minicik bir yerinden bile benim ilgimi çekemiyor. Çukur birileri ile savaşıyor ama neden, bu en güçlü düşman diye tanıtılan Amca bu muydu yani diye soruyorum kendime. Erdenetlerden boşalan yere çöktü madem bu adam için kurulan herkesten güçlü hikayesi yalan mıydı? Malum Yamaç bitirdi ya Erdenetleri. Falan filan. Kısaca çöp bir mahalle için neyin savaşındalar, babaları İdris çok mu düzgün bir kimlikti tartışmasına girmiyorum bile. Çünkü hepsi boş ya da doluydu da ben boş zamanına denk geldim bilemem. Zaten senaristin ve ekibinin de hikâye altı doldurmak gibi bir derdi yok şu anda. Gelelim bizim herhalde iki dakikayı ancak geçebilen sahnelerimize. Önce cenazelerin mahalleye geldiği anda Efsun’u Yamaç’ın yanında gördük. Yamaç’la olan göz temasını yitirmeyen onun acısını her an gören görmekten öte hisseden Efsun tam da yeriyken neden Yamaç’a sarılmadı mesela. Ya da en azından uzanıp elini tutmadı. Sonrasında mezarlıkta Yamaç’ın omzuna elini koyan Efsun ve onun elini alıp kalbine koyan Yamaç. Bu arada Efsunu'un elini kalbine koyduğunu sağ olsun Tolga Yaşar aynı sahneden fotoğraf attığı için biliyoruz. Eşsiz yönetmenimiz bölüm ortalarında bizi, ben diyim Avatar, siz diyin şirinler köyüne götürme becerisinde olduğu için kadrajlamayı öyle yapmış ki beş saniyelik sahnede anlamıyorsunuz Yamaç Efsun’un elini nereye koydu. Neyse buradan çıkan sonucumuz Efsun Yamaç’ın en büyük desteği. Alt metin müthiş de işte bu hikayeyi biz yazıyoruz sürekli. Sonra mutfakta neyi nereye koyacağını bilemeyen Efsun’u gördük. Çukur’dan gelenleri karşılıyordu. Buradaki alt mesaj Çukur evimiz Efsun anamız sanırım. Yine yazdık alt metni kendi kendimize. Geçtik. Sonraki sahne ise yine EfYam. Yamaç evdekilerin balkon dediği yerde tek otururken Efsun’un gelişi ve Yamaç’ın ona sarılarak ağlaması. Şimdi bu sahne ön izleme olarak atıldı. Ardından fragmana koyuldu. Ardından geri sayıma atıldı. Zaten ben orda dedim tek sahnemiz bu. Çünkü Efsun ve Yamaç fc sosyal medyanın efendisi. Üstüne oynamak lazım. Finale 4 bölüm varken bunu yapmak düpedüz dolandırıcılık. Ama yaptığı işe saygısı olmayan senarist, reji ve sosyal medya sorumlusuna artık denecek söz yok. Biri daha gitti kaldı 3 bölüm. Konuları mantık silsilesinde toplayabileceğine zerre inancım olmayan yazı ekibinden Efsun ve Yamaç’a dair hiçbir şey beklemiyorum artık. Sahnenin alt metnine gelince tam da tahmin ettiğim gibi Yamaç Selim’in ölümünden beri acıdan katılaşmış halde. Emmi öldüğünde de gözleri dolsa da bağıra çağıra ağlayamadı. Yaşadığı suçluluk daha çok Salih’i ikna etmeye odaklandı. Bu hafta Selim’in emaneti Karaca’nın ölümü onu parçalasa da ailesinin yanında yine çözülmedi. Ta ki Efsun yanına gelip elini tutana kadar. Efsun’un elinde, kolunda, yüzünde gezinen eliyle doğru orantılı olarak çözüldü Yamaç. Benim Selim’in ölümünde olmasını istediğim Yamaç’ın Efsun’un kucağında tüm acısını anlatarak ağlamasını, Efsun’a sığınışını gördük Karaca'nın Yamaç'ın inanmak istemediği ölümünde. Yamaç’ın içindeki çocuğun sığındığı tek yerin Efsun olduğunu yine yeniden altı çizile çizile anlatıldı senaristimizce. Ama tabi sahne kısa tutulup üstüne çat diye kesilince biz yine duygumuz havada asılı öylece kaldık. Bundan sonrası yokuş aşağı zaten. Efsun’un Yamaç’ın Salih’in peşinden gittiğini, telefonunun şarjının olmadığını soranlara haber verişi ama bizim Efsun ve Yamaç arasında tek diyalog görmeyişimiz ardından Salih’le eve gelip genel kabul konuşması yapan ve üstünü değiştiren Yamaç’la yine tek bir baş başa sahnesi olmayan Efsun. Bitmedi. Sultan Hanım’a tavır koyan ama Sultan Hanım tarafından manipüle edilen Efsun. Bir an Sultan özür dileyecek galiba diye düşünmek de benim saflığım sanırım. Kabul hala bir şeyler bekliyorum galiba. Üzücü. Benim için burada bitti zaten bölüm. Gerisine gerek yok. Şimdi başa dönelim. Evet Efsun İdris Koçovalı’nın ölümünde pay sahibi ama Koçovalılar da onun babasının ölümünde pay sahibi. Bunun asla Yamaç dışında biriyle gündeme geldiğini görmedik biz. Ki Yamaç zaten baştan beri bu paralel duruma inat âşık oldu Efsun’a, hatta olmayacak diyen Efsun’a belki zamanla diyen de oydu. Bu bir. İkincisi Sultan’ı aklama seremonisine dönüşen sahnede atlanmaması gereken şuydu. Canım Koçovalılar tarafından savaşın göbeğine çekilen Erdenetler’in tamamı Efsun’a zarar verdi. Yamaç yüzünden. Sultan ise Efsun’un üç yıllık işkencesinden sorumlu. Sadece evden attığı için değil. Yamaç’a sustuğu ve herkesi susturduğu için. Hamile bir kadına bu işkence kapısını açtığı için. Bellek önemli bir şey unutturmuyor. Bize bir hikâye vaat edip sonra onun üstünden aman da zamanım yok diyerek atlaya zıplaya geçemezsiniz.  Sultan Yamaç’a “O senin ailen değil, o çocuk ailenden değil.” diye bağırmışken kimsenin Sultan'a İdris konusunda empati  kurmasını bekleyemezsiniz. Özellikle Sultan’a özür bile diletmemişken. Ayrıca sadece Efsun üzerinden değil Ayşe üzerinden gelişen alt metne de tepkiliyim. Ayşe’nin tutup Yamaç’ı suçlaması, diğerlerini suçlaması ne kadar makul değilse Sultan’ın çocuklarının başında dur, Ayşe’nin ağzından Sultan etkisi ile çıkan anneysen çocuklarını koruyacaksın argümanı da o kadar makul değil. Murtaza seçimi tartışma götürür de olsa buradaki hani o Yamaç’ın Cumali’ye dediği “Sen ölürsen Damla’yı gömelim mi?” lafının evet gömelime gelen önermesi berbat. Karaca’nın çocukluk travmalarını ayrı ama Karaca kendi seçiminin bedelini ödedi. Kocaman insandı. Ne yaptığını biliyordu. Tıpkı evli barklı Akın’ın da ne yaptığını bildiği gibi. Anneler çocuklarının prangasız kölesi değildir. Annelik kavramına kutsiyet verirken onları köle hale getiren zihniyetlerin ürünü bu önermeler. Ayşe Murtaza’yı Amca’nın adamı olduğu için terk edebilir, sevmediği için terk edebilir, aldattığı için terk edebilir ama sen bir kadına artık kalan tek çocuğumun başında durmak için gidiyorum dedirtirsen bu bambaşka bir yere gider. Tabi burada kime ne anlatıyoruz? Haftalarca Efsun’u kadınlığı üzerinden aşağılayan, şarkı sözünü bile “Ben bedel geçtim” şeklinde değiştiren, nedense silah kaçakçısı, mafyöz İdris Baba için hala ağlama duvarına dönen bu yapıda sadece ve sadece kadının kimliğinin aşağılanması, o kimliğin sadece çorba kaynatan anneye sıkıştırılmasını kız babası bir senariste yakıştıramıyorum. Kadının çocuğu için çorba yaparken topuklu ayakkabıları ayağında telekonferansla şirket yönettiği zamanlardayız artık. Sizin kadının dişi kimliğini cadı diye yaktıkları dönemlerde asılı bıraktığınız zihniyetlerinizi söküp elinize verdiğimiz zamanlar da yakın. Efsun bu dizide bunun son kalesiydi. Harcadınız. Ağır harcadınız. Cesaretle Efsun’u yazdığınızda bu erkek egemen kafalara bambaşka bir kadın kavramı öğreteceğinizi sanmak başlı başına benim saflığım. Dişil gücün temsilcisi bir kadını en tepeye o haliyle koymaya cesaret edeceğinizi düşünmek de benim hatam. Güçlü bir kadın da olsanız bir erkeğin koruması olmadan pavyona düşer ve kendinizi kurtaramazsınız argümanınızdan çok da farklı olmayan alt metinleriniz mide bulandırıcı. Diğer taraftan biz bunca içe kapanışta bir yerinden yakalandığımız hikâyenin bizde bıraktığı izlerle devam ederken belleğimizin aydınlık tarafında tutacağız tüm yazdıklarınızı. Elbet bir gün bir yerde…  Çünkü atladığınız bir şey var ki kadınların ortak bir belleği var. Siz ataerkil kafada kadın kavramını kendinizce ürettiğiniz kadın özüne sıkıştırmaya çalıştıkça cinsiyet ayrımının farkında olan, kurgu da olsa gerçek de olsa bir yerinden bağlantılandığı kadın hikayelerine bağ kuran, içten içe alıkoymak için çırpındığınız o dişil gücü açığa çıkartacak kadınlar var. Kısaca Efsun Kent üzerinden gelinen noktada çözdüğümüz zihinsel yapınızda hesaplaşacak çok alan var.

Son demde; bu hikâyede net harcandığını düşündüğüm Tilya Damla Sönmez ve Aras Bulut İynemli uyumuna bir şerh ve dilek bırakıyorum. Dilerim gerçekten ne anlattığını bilen bir hikayecinin yazdığı, iyi bir senaryoda izleriz sizi. 140 dakikada 2 dakika gördüğümüz karşılıklı oyun gücünüz taktire şayan olsa da yetmiyor. Yetemez de zaten. 

Hamiş; neticede hepimiz bir zaman yolcusu sayılmıyor muyuz? Ruhlarımız bir şekilde tanıyor ya birbirini bir yerlerden ve bu tanışlık bazen seçimlerimizden ötede bir yerden yakalıyor bizi. İstemeden çekildiğimiz tanışlık ve bütünleşme hissinden kaçıyoruz kimi zaman. Kaçış varmış gibi. İnsan kendinden kaçabilir mi? Kendinden olandan kaçabilir mi? Deniyoruz işte. Belki bu hayatta kaçıyor, sonra kekremsi bir tatla o duygunun kayıplığında kalıyoruz. Emanetçi bir belleğe hapsolmuş halde. Büyümek için. Ama bazen kaçmak yerinde risk alıp o duyguya teslim oluyoruz. Büyüdüğümüz için.

Mutlu, huzurlu, sağlıklı bir bayram dileğiyle. Kavuşmalarınız olsun sevgili okur.

                                                                                                                UmayMasal




7 Mayıs 2021 Cuma

Aşkın Varlığında

 Nisan bitti mayıs başladı. Bahar bitti yaz başladı. Bitişleri başlayışlar kovalıyor. Başlangıçları da bitişler. Döngüsel belki. Ama şu bir gerçek ki döngüsel de olsa başlamak da bitirmek de cesaret. Yenilik içeriyor çünkü. Buluşma sebebimiz olan EfYam’a gelirken sevgili okur, dizinin son dörde girmesiyle bizlerin de artık son dönemeçte olduğumuzu söyleyebilirim. Çukur’a veda edecek olanların uzun bir maraton koştuğu bir gerçek. Onlar için bu veda bir tık başka anlamlar taşıyor muhakkak. Kurulumundan dağılışına, belki en güzel anlatılan bölümlerden kurgu anlamında korkunç hale gelen bölümlere doğru yol almak yükledikleri anlamlar açısından farklı bir noktadadır. Benim hikâyeye takılma nedenim olan aşk yani bana göre Çukur ana evreninin en büyük, en müstesna aşkı EfYam’a gelince sanıyorum benim gibi oltalananlar da onlardan ayrılacakları için bir parça hüzünlüler. Neyse daha yayınlanacak 4 bölüm var. Vedayı sona saklayalım. Bölüme başlayalım.

Geçtiğimiz hafta Yamaç’ın kucağında can veren Emmi’nin son nefesinden hemen önce Çukur’u Yamaç’a emanet edişinde kalmıştık. Bu hafta Yamaç Emmi’yi yaşadığı yeni ölüm şokuna rağmen Çukur’a getirdi. Çukur’un kalbine kahvenin önüne gelen Yamaç tıpkı Selim’i kaybettiğinde olduğu gibi katılaştı. Yamaç yaşadığı acılardan, ölüme dair acılardan katılaşmış halde. Ağlayamıyor, çektiği acıyı dışarı çıkaramıyor. Avuçlarından kayıyor korumaya çalıştığı hayatlar ama o bir şey yapamıyor. Bu Yamaç adına zor.  Diğer yandan Emmi’nin ölümü için toplanan Çukur açısından bir başlangıç. Belki sonun başlangıcı bilmiyorum. Bu sahnede önemsediğim asıl kısım Yamaç öyle kaskatı otururken Emmi’nin cesedinin başında, önce Akın’ın ardından Sultan’ın gelip sarılması. Akın’ın sarılışı ve son dönemde aşamalı olarak Yamaç’a paralel yazılan hikayesinden yola çıkarak evrildiği nokta açısından değerli geliyor bana. Bir ihtimal, çokça umudum yok çünkü Gökhan Horzum’da o cesaret yok bana göre, Yamaç Çukur’dan Efsun’u ve kızını alıp çıkarsa Akın’ın yeni Çukur sürecinin temsilcisi olmasın fikrini besliyor bende. Sultan’ın sarılmasına gelince Yamaç’ın o anki duygusal katılığında ana kucağına ihtiyacı mı yoksa Efsun’un bu sahneyi görmesi üzerinden beslenmek istenen bir rekabet mi karar vermek zor. Yalnız sonrasındaki süreçte Efsun’un tamamen ipleri eline alması ve tüm Efsun Kent zekasını önce Salih’i sonra Çukur’u almak isteyen Yamaç için seferber etmesi Sultan açısından bu rekabetin çok vurucu olacağının ayak sesleri. Zira bölüm tamamen Efsun’un çıkarım becerisinin Yamaç tarafından alana indirilmesi üzerine kuruluydu. İkinci sahne olan cenazede de Yamaç’la Salih kavgasında herkesin aksine oluşan kargaşaya kapılmak yerine gözlemleyen bir Efsun gördük. Efsun Yamaç’ı zaten her an görüyor. Bakan ama görmeyen herkese inat Efsun incelikli görüyor Yamaç’ı. Kavga sırasında ise o incelikli görü Salih’in dışlanırken yaşadığı acıyı, Yamaç ve Salih’in kavgasının iki adam üzerindeki etkisine odaklıydı. Tam da bu nedenle Yamaç çekip giderken Cumali tarafından durdurulsa da Yamaç’ı buldu ve onunla konuştu. Yamaç’ın ailesine, mahallesine olan sevgisi büyük ama Yamaç için üç kişi var ki nitelikleri farklı olsa da nicelik açısından sevgide başka bir yerde. Birincisi Efsun. Ona aşık. Efsunsuz yaşaması imkân dahilinde değil. Efsun kalbi, ruhu, varlığı. İkincisi Aliço. Onun için içindeki saf çocuğun yansıması Aliço. Yamaç da biliyor aldığı her canla, intikamla saflığından yediğini. Ama Aliço onun o en saf yerinden kopmamasını sağlıyor. Üçüncü ise Salih. Salih Yamaç’ın hayatta yapmak istemese de yaptıkları, seçmek istemese de seçtikleri için dayanma noktası. Salih gri. Asla da reddetmiyor bunu. Babası gibi. Yapılması gerekti yaptım, deme cesaretine sahip o dünyada. Beyaz olması gerekirse orada duruyor aksi durumda siyaha geçmekten tereddüttü yok. Çünkü geldiği yer tereddüt kaldırmaz. Ama diğer taraftan Yamaç’ın katıksız sevgisine de sonuna kadar cevap veren bir abi. Babasını vurdu diye onu suçlamayan, eliyle Efsun’un kapısına bırakan, Erdenetler’le çalıştı diye yargılamayan Salih. Sürekli yargılanan Yamaç için çok büyük lüks birinin onu yargılamaması. Aslında saydığımız üçlünün tamamı bu özelliğe sahip. Yamaç’ı katıksız sevme becerileri var. Yamaç gibi. Neyse tüm anlattıklarımın bilgisine ve alt metnine hâkim Efsun. Biz Çukur’da kedi kovalarken sahnelerde, sürekli geçmişe giderken bizim aşıklar baya baya bunları konuşmuş olduklarından Efsun da iki kardeşin arasını bulmak konusunda uzun uzun yol gösterdi Yamaç’a. Yamaç anlattı Efsun dinledi. Efsun Yamaç’a çözüm önerisi verdi Yamaç onu dinledi. Sahne boyunca bir an birbirlerinden kopamayan, hüzünlü taraf Yamaç olduğu için Efsun’un bütün şefkatini akıttığı bir aşk izledik. Ki sonunda Yamaç giderken döndü ve Efsun’u öptü. Sonra da derin bir nefes alıp “İyi ki varsın!” dedi. Karşılığında da sevdiği kadın “Sen de iyi ki varsın!” dedi. Ardından önce Yamaç sonra Efsun teşekkür etti. Buradaki ayrıntıyı sevdim. Yamaç’ın Efsun’a varlığı için teşekkür etmesi, Efsun’un da aynı duygu ile cevap vermesi değerli. Çünkü çok şey yaşadılar. Çok acı gördüler. Birbirleri için birbirleri uğruna. Sonra iki sevgiliyi evde gördük. Yamaç elinde kanıt olarak bir parça mektupla delirirken Efsun yine onu sakinleştirdi. Salih’in içinde bulunduğu durumu Yamaç’a tane tane anlatırken bir taraftan da sevdiği adamı koruma refleksini gördük. Bu sahnede birbirlerine senkronize, birbirini tamamlayan, hafif deli ama iletişim becerisi yüksek Efyam’ı izlemek zevkti. Haftalardır yazmaktan yorulduğum diyalog sıkıntısı bu hafta nispeten çözülmüş gibiydi. Bu çift baştan beri en keskin bıçak konuları bile konuşma becerisine sahipken bu sezon ısrarla yaz dizisi çiftleri gibi salak saçma hallere sokuldu ya ne diyeyim bilmiyorum. Oysa en başından beri elimizdeki yapı iki taraf açısından da alfa karakterlerden oluşan bir çift. Bu insanlar sen benim babamı öldürdün, hayır öldürmedim diye ilişkilerini başlatan karakterler. Neyse… devam. Akın’ın gelmesi ile Efsun’un öpe koklaya sakinleştirdiği, huzura erdirdiği Yamaç Çukur cehennemine geri dönse de evinde onu bekleyen huzuru var artık. Son sahnemizde ise kahvaltı masasındaydık. Cumali, Amca konusunda konuşurken yine akıl yürütmeleriyle olaya dahil oldu Efsun. Devamı gelemedi Cumali’nin utancı nedeniyle belki ama Efsun’un Yamaç ve Cumali’ye anlatmak istediği yöntem değiştirmeleri gerektiğiydi bence. Doğrudan saldırmak yerine belki daha akılcı ama vurucu hamleler yapmanın daha mantıklı olduğunu anlatmaya çalıştı Queen Kent ama işte… Burada Yamaç’ı aksiyon konusunda manipüle eden Cumali’ye de Efsun vetosu geldi. Evet Yamaç artık öyle bilinmezlere gidemezsin. Ben öleyim ne olacak diyemezsin. Abi senin ailen var ben atlarım öne de diyemezsin. Çünkü Efsun ve Masal var. Neydi seni bekleyen bir kadın ve evladın var. Kafanı kullan oğlum. Sonra bilgisayar ve işte mahalle derken en son sahne Karaca’nın bulunması… Bölümü bitirdik. Geçtiğimiz haftalarda Ayşe’nin rüyası beni çok etkilemişti. Bu hafta da anneye malum olur mottosundan yola çıkan çözüm acı verici ama bana göre gerçekti. Ama son sahneyi yazmak istemiyorum. Oyuncuların emeğine sağlık ama bu dizide en sevmediğim iki şey trajedi pornografisi ve şiddet pornografisi. Öpüşme çekerken takla atan, kör açılar bulmak için özel çaba gösteren hatta beş haftada bir anca yazan korkak ekip maşallah bu iki unsurun pornosunu yazmaktan da çekmekten de imtina etmiyor. Karaca’nın ölüm şekli hala benim için ürpertici. Ruhu yaralı bir topluma bunu yapmak bana göre acımasızlık. Ha bana mafya dizisi bu diyebilirsiniz. Ama bu yazdığım şeyin doğruluğunu değiştirmez.

Son demde; bu hafta ruhta bir olan Efsun ve Yamaç’ın fikirde ortak hareket ettiklerinde çözümlere ne kolay ulaştıklarını gördük ki biz bunu sezon 3’te de görmüştük. Efsun Çukur’un kralının yanındaki tahta yavaş yavaş yerleşirken bunun aile tarafından da hızla kabul edildiğine de şahit oluyoruz. Yamaç nasıl Efsun’dan gelen her şeye razı olduysa ve eminim hala razı, bu sözcük kötü anılarımı tetikliyor neyse, Efsun da yaralarına rağmen Yamaç’tan gelene razı. Madem ailem diyor Yamaç o halde o da parçası. Efsun’un öfke merkezinde sadece Sultan oturuyor. Sanırım ona vereceği en sağlam ceza da koltuğundan etmesi olacak. Ailedeki yerinden de ki Efsun, Queen moodunu açtığından beri o yer Efsun’a geçmiş gibi. Güce tapıcı Koçovalılar için de kabulü zor bir şey değil o halde Efsun’u o noktada görmek. Yamaç’ın Efsun’u koyduğu noktayı sorun eden cinsiyetçi abiler de unutmasınlar ki Efsun zaten baştan beri Baykal’ın kızı olarak oyun kurucuydu. Ruh eşi Yamaç gibi. Arada olan saçmalıklar sizin eril kafalara yaranmak ve üç beş aklı kıtın çenesini kapatmak içindi. Zira Yamaç Efsun’u hep dinledi. Hatta Erdenetlerin fabrikaları patlatırken bile git dediği Efsun’dan aldı fikri. Kısaca EfYam bir ruh ortaklığı. Ruh eşliği. Ortak dili konuşan, birbirini korumaya, birlikte kalmaya çalışan, imkansızı imkanlı hale getiren bir çift. Birlikte güçleri küçümsenmemeli. Yazarı bile küçümsedi, hikayesinin ayağına sıktı işte. Yazının sonuna gelirken yine yeniden; EfYam için özgün bir dil yaratan, sözcükleri, beden dilleri ile Efsun ve Yamaç’ı yaşayan gerçek bir aşka dönüştüren Tilya Damla Sönmez ve Aras Bulut İynemli’ye selam ve muhabbetle. Çok çok içtenlikle diliyorum ki, en kısa zamanda doya doya sizi birlikte izleyeceğimiz iyi bir hikâyede yeniden buluşalım. Hayalim içinde müzik de olan, dönemsel bir aşk hikayesi. Ama ikinizi en alfa halinizle gayet şık kimlikler olarak cool bir hikâyede de görsem itirazım olmaz. Hoş galiba ne oynasanız itirazım olmaz gibi. Dilek fenerimi uçurdum. Artı bu hafta ikinci dilek feneri sana Tilya Damla Sönmez. Nice yaşlara, nice yıllara, huzurla, umutla, bol gülümseyiş ve başarıyla…     

Hamiş; herkes ben olurken seninle biz olmayı başarmamız ne kadar ilginç gelmişti en başında. Başa sarıp sarıp dinlediğimiz şarkılar gibi düşünürdüm ne noktada bu kadar bizleşebildik biz diye.  Gözlerimizle konuşmayı, gülümseyişimizle dokunmayı, kimse duymazken minicik dokunuşa çığlık çığlık cümleleri sığdırmayı ne ara öğrendik ki biz? Hangi noktada başladık inşa etmeyi bu aşkı? En imkânsız yerden bile gelse aynı renkte buluşmayı nasıl başarabildik diye düşündüm hep. Sonra buldum.  Biz seninle mutlu çocukluğumuzdan bulduk birbirimizi. Oyun arkadaşımızı tanıdık önce. Aşk… O zaten hep vardı.

                                                                                                                                  UmayMasal