“Gittin mi büyük gideceksin!
Ayrılık bile gurur duyacak seninle-
Can Yücel”
Bu bölümde Yağhaz’a veda
edecektim. Bölümü izledim. Sonra yazmak için oturdum. Uzun süre ekrana baktım.
Boş boş baktım. Tıpkı final bölümü adı altında izlediğim bölüme baktığım gibi.
İçimi yokladım. Nerden başlamalı ne anlatmalı dedim. Bulamadım. Şu saate kadar
tutunduğum dala, Aşk’a , baktım. Göremedim, eksik gedik satırların arasında.
Annelik dedim, asılı kalmış darağacının yağlı urganında. Baba olsa dedim, geç
kalınmışlıkları saklamaz ki ataerkil düzenin hikayenin tabanına koyduğu
dinamit. Öyle boşta, öyle havada kaldım ki, kendime kızdım nereden bu hikayeye
tutundum diye. Bölüm boyunca akmadı gözyaşım, durdum yanağımdan süzülen tek
damlaya odaklandım. Dedim o akşamki veda neydi ki, sen kendi vedanı kendince
yaz gitsin. Sonra bir şarkı geldi aklıma, kalktım buldum onu onca plak arasında
bıraktım söylesin Nilüfer:
Derdim var gecem zehir bana
Yardım et seni unutmama
Anılar başucumda
Kov gitsin...
Sevmiştim seni kana kana
Şansım yok kaderden yana
Yaşanan her ne varsa sil gitsin
...
Benim aşktan anladığım
Yaşananlar kar saydığım
Kalbim sende kaldı
Kır gitsin...
Kırıldık. Kırdılar bizi.
Hikayenin kendince bir yerine tutunan herkesi kırdıkları gibi. Haftalarca
parçaladıklarını son bölümde rüzgara savurdular. Rüzgardır dediler geride
bırakmadan dağıtır bütünü. Bilemediler rüzgarın zaman olduğunu ve zamanın her
an adaleti çağırdığını; bazen geç olsa da. Onların rüzgarı bizim zamanımız.
Gösterecek ne olacağını. Göreceğiz.
Kadın olmak, canıyla kadın
olmaktır. Yaşadığı dünyada bedeninden, duygularından, düşüncelerinden ve
ilişkilerinden dolayı baskı altında tutulan, aşağılanan, kendisine şiddet
uygulanan kadın, canıyla varolamaz. Kadın üzerine düşünme zulüm üzerine
düşünmektir. Fazilet Hanım evreni bol kadınlı ve adının vaddettiği yaklaşımla
bunu yapmaya hem de bunu basitçe büyük laflara gerek duymadan anlatmaya öyle
yakındı ki. Erkek egemen dünyada kendisine biçilen rolleri giymiş, sürekli
sürekli bu rollerle sınanmış bireyleri anlatmak “Egemen” soy ismiyle erkek
evrenini temsil eden ataerkil yapıyı eleştirmek mümkün müydü? Mümkündü.
Yasemin’den, Ece’ye, Fazilet’ten Nil’e yaftalamanın farklı sosyal sınıflar
arasında nasıl kadına yönelik yapıldığını gösterirken Hazan’la Yağız arasındaki
aşkta en baştan yaftalamayla başlayan o “şey”in yani tanımanın, anlamanın,
derine bakmanın yarattığı dip dalgasının neleri değiştirebilecek güçte olduğunu
görmek, hem de en basit çizgilerle görmek, mümkündü. Kamusal alanın hakimi erkek egemen bakışına
istisnai bakıştı Yağız çünkü. Hayatlara müdahale etme hakkını kendinde gören
Hazım’a, Sinan’a karşı anlayışlı; hayatının kontrolünü yitirmiş Gökhan’a karşı
alabildiğine kendine hakim. Tıpkı yansıması Hazan’ın, Ece’nin dişiliğine karşın
net ve o dişilikten sıyrılmış, annesi Fazilet’in güç, para takıntısına karşın
doğru ve yardımsever olması gibi. İki ayrı dünyanın çarpıştırıcısı gibi. İki
dünya çarpışır yepyeni bir dünya doğar. Doğmalıdır. Çatışmalar yaratarak,
parçalayarak. Bizim hikayemizde doğmadı çünkü başka unsurlar işgal etti o
dünyaları. Zulüm aşkı esir etti. Zulüm
anneliği de esir etti. Kerime’nin dediği gibi bir günde delirmez kimse. Oğlunun
kimliğini öğrenme sürecinde herkes tarafından aldatılan Kerime’yi bile Sinan’a
anne yaparken, oğlumu öldürmeye kalktım ben duygusundaki kadına sadece oğlu
için iki öğüt noktası seçildi. Biri Hazan’a dairdi ki eksikti. Orada mezarda
ölmek pahasına Hazan’ın nasıl direndiğini de söylemesi gerekirdi Kerime’nin;
diğeri Hazım’ın Yağız’ın babası Egemenlerin ise ailesi olduğu ifadesiydi. Egemenler
ki, Yağız’ın hayatını koca bir yapboza çevirenler. Yağız açısından aydınlanma
kısmı net duygu evreni eksik olan hayat yapbozu, korkarım Çağlar Ertuğrul
oynamasa daha da eksik kalacaktı, en temel eksiği aşk olmasına rağmen
tamamlandı. Annesinin kim olduğunu, babasının kim olduğunu tüm boşluklara
rağmen öğrendi. Canı yandı. Yüzleşti. Çıktı gitti. Peki asıl hikaye neydi?
Fazilet’in eve kendi cehennemine dönüşü, Kudret’in onu takip edişi, Hazan’ın
babası hakkında duydukları... Bu muydu hikaye? Bu muydu acaba Hazan’ın
annesiyle arasındaki uçurumun sebebi? Fazilet’in aşka nefretinin tabanı bu
muydu? Sanmıyorum. Fazilet yaşamadığı, hayalkırıklığına uğramadığı bir duyguyu
sadece para hırsından bu kadar zaman yargılayamaz, yargılamışsa inandırıcı
olmaz. Bir bölümlük ve o oranda eksik finalin en eksik tarafı kaldı Fazilet ve
Hazan. Hoş hikaye ne zaman Egemenleri kendisine merkez kabul etti o zaman yokuş
aşağı inmeye başladı. İki ayrı dünyanın birleştiricisi ve en büyük çatışma
sebebi olacak olan büyük aşk yani Yağız ve Hazan dahi o erozyondan kendini
kurtaramadı. Sürekli ve sürekli kan kaybetti. Yazılmadı, anlatılmadı, eksik
gedik bırakıldı. Neden yapıldı anlamak mümkün değil. Fakat görünen o ki
hikayeye ihanet edildi. Kadına ihanet edildi. Kadın sadece entrika evrenine
hapsedilip, anneliği, kadınlığı, nesne olmaktan çıkma mücadelesi, kendi
ayakları üzerinde durmak için feda ettikleri, aşkı en çok da aşkı her şey gibi
gözardı edildi. Acı olan bunu yaparken de en çok kadın izleyici tarafından
sahiplenildi. Kadın izleyici Sinan ve Yağız’ın kör dövüşünü izledi. Tarafgir
oldu. Hazan’a kızdı. Fazilet’i anlamaktan öteye savruldu. Neden? Çünkü böyle
olsun istendi. Dolmadı tabanı hiçbir mücadelenin. Anlatılmadı. Kesik, boş,
anlamsız evet evet anlamsız hikayeciklerle oyalandı izleyen. Sonunda o
hikayeciklere eklemlenen anlamsız bir sonla da veda etti. Olsun biz anlamsız
şeyleri seviyoruz mu? Yağız ve Hazan’a dair olan her şey gibi anlamsızlıkları
da seviyoruz. Burada parantez.
Dünyada sinema ve dizi
sektörlerini takip edenler muhakkak çok daha net bileceklerdir. Dünyada hikaye
kadar özellikle dizileri sürükleyen unsur o hikaye içeriğindeki aşkın ve
dolayısıyla o aşkın taraflarını canlandıran kişilerin arasındaki uyum çok
önemli hale geldi. Burada hayattaki gerçeklik algısında aşkın hızla değer
kaybetmesi mi sebep, yoksa insanın günlük koşturmaca içinde kaybettiği
duygularını arama telaşının yansıması mı bilmiyorum. Tek bildiğim aşk insanı
cezalandırmak için kurguya çekildi ve bizler kurgu metinlerin yansıması olan
her tip görselde onu arıyoruz. Günümüzde değerini kaybeden Leyla-Mecnun, Kerem-Aslı
hikayelerinden göz kırpan bir hikaye kırıntısını sezdiğimizde peşinden gitmemiz
bundan belki. Yağız ve Hazan işte bu göz kırpışın taraflarıydı benim gözümde.
Lizzy ve Bay Darcy’nin yansıması olarak sevdim ben bu ikiliyi. Tıpkı onlar gibi
önyargılarla birbirlerine yola çıktılar çünkü. Yağız’ın yüzündeki yara izi
yavaş yavaş kalbine inerken gururu, kendini kaybetmek istemeyişi arasında
hesaplaşması inanılmazdı. Sonrasında tıpkı Bay Darcy gibi aşkının ona kendini
kaybetme eşiğine getirmesini izledik sonra da kaybedişini izleyememek hepimizi
ağır ağır derine giren bir bıçak gibi kesmeye başladı. Çünkü o noktada Yağız
kendini kaybetmeliydi sonra o aşkla yeniden kendisini bulup tanımlamalıydı.
Tanımlayamadı. Tanımlamasına izin verilmedi. Hatta bırakın tanımlamayı Yağız
Hazan’a hissettiği derinlikli aşkında başlangıç ve gelişmede tam bir yanış
içindeyken artı Hazan’a dairken tüm hatalara rağmen sonuçta yazık ki kardeşine
mahkum edildi. Hazan’a aşık olduğunu kafası önünde kardeşine itiraf etti. Hazan’a aşkının karşı konulamaz olduğunu
mezarda tüm yıkılmışlığına ve o aşktan vazgeçmişliğine rağmen yine kardeşine
söyledi. Her şey gibi diyaloglarında sahibi Sinan’dı. Acı çok acı. Yağız tüm
konuşulmamışlıkları gözlerinden uyku gibi akan bir adam olmasaydı ne olacaktı?
Yağız’ın Hazan’a aşkı onu bedenlendiren oyuncunun, Çağlar Ertuğrul’un, her
bakışında, her dokunuşunda hatta dokunamayışında sesinde saklı olmasaydı ne
olacaktı? Eksiklik arşa mı çıkacaktı? Hikayenin Lizzy’si Hazan... Gururunu
kıran adama nefreti oranında aşık olan Hazan. Eğer senin yükün ve anlamın
sadece yazanlara kalsaydı ne olacaktı? Deniz Baysal’ın Hazan’ın hayalle gerçeği
ayırmasındaki her zerreyi yüklediği bakışları, dokunuşları veya
dokunamayışları, hatta ses tonundaki değişkenler olmasa Hazan’a nasıl
inanacaktık? İnanmayacaktık. Kimya denilen şey Yağız ve Hazan’ın karşı karşıya
restleştiği, yanyana kavgaya girdiği, omuz omuza ağladığı, kucak kucağa
gömüldüğü, kavga dövüş birbirini öptüğü, birlikte lanetlendiği, sadece
lanetlendiği, Sinan’a kurban edildikleri her sahnede ekranda patlamasa biz bu
aşka inanmayacaktık. Çünkü KONUŞAMADILAR, KONUŞTURULMADILAR. İlk bölümlerde
aşkı, inanmayı, güveni sonuna kadar birbirine anlatan, nefret ve önyargı
sarmalında bile kavga ederken birbirine ne düşündüğünü söyleyen Yağız ve Hazan
birbirlerine olan sevdaları hakkında tek cümle kurmadan var mısın, varım gibi
bir saçmalığa kurban gitti. Oysa o mezarlıkta söylenecek sözcükler “Benimle
misin?- Seninleyim” olmalıydı. O saçlar okşanırken ağlayarak “Ben seni çok seviyorum”
diyebilmeliydi Yağız. Öncesinde sahilde arkasından çığlık çığlık bağırarak
“Benim kalbimde Yağız da Mehmet de bir, kim olursan ol seni seviyorum” demiş
olması gereken Hazan’a karşılık. Söylenmemiş kelimeleri gözlerinde kaldı Yağız
ve Hazan’ın. Ceplerinde inandıklarına yiten zamanları sadece birbirlerine
kaldılar. Elleri birleşti, ruhları gibi parıltılı ama gösterişten uzak
yüzükleriyle anladık ki hayatlarını da birleştirmişler artık. Affetmişler
onların inançlarını ellerinden alanları. Sağaltmak için belki geçmişi. Son
demde bir anne kalmış sadece ellerinde kapısına gidip tıklatabilecekleri. Bölüm bundan ibaret benim için. Bundan sonraki
kısım için uyarı ağır ağıt içerir.
Yağız ve Hazan mezarlıktan el ele
çıktı. Konuşmadılar. Konuşulacakların beklemesi gerektiğini düşündü çünkü
Yağız. Son iki günde öğrendikleri hala omzundaydı. Boğazını düğümlüyordu,
kelimelerini. Elini tuttuğu ve mezarlığın karanlığından daha karanlık bir
mezarlığa dönmüş kalbinde tek ışık olarak kalmış kadının elini sıktı. Onu, o
olduğu için seven kadını affettiği için içinde saklanan tek huzura bıraktı
kendisini kanayan yaralarına inat. Bir daha bir daha gömmek zorunda kaldığı
annesinin hayaletini aklından kovdu. Yine elini tuttuğu kadındı ona hikayesini
anlatacak olan biliyordu. Onu tamamlayacak olan. Hazan’sa aylardır konuşan
durmadan konuşan ama söze dökemediği kelimelerini şimdi şu anda elini tuttuğu
adama sakladığı her şeyi erteledi. Şimdi değildi. Şu an değildi. Tutmak için onca
zaman yandığı ele teslim olan yüreğini bıraktı özgürce hissetmesi için. Kendine
yasakladığı milyarlarca saniyede onu hissetmek için nasıl yandığını bilerek
nasıl acı çektiğini bilerek kavradı sevdiği adamın her bir parmağını. Öğrendiği
gerçeğine rağmen, çocukluğunun anlamını yüklediği adamı, babasını bu gece burda
gömmesine rağmen, bundan sonrasında çocukluğunun bayram sabahı olacak adama
baktı. Konuşmamışlardı hiç ama anlatmışlardı birbirlerine kendilerini, bakarak
sadece gözlerini birbirlerine akıtarak. Onun kendisini, kendisinin onu
anladığını bilmişti Hazan bunca lanete inat. Kapıda bekleyen taksiye bindiler. Ayırmadılar
ellerini asla. İkisi de ayrılmanın acısının tazeliğini taşıyorlardı hala. Onca engele,
onca kavgaya, kayba rağmendi bu tutuş. Taksiye kendisini aldığı yere dönmesini
söyleyen Yağız’ın sesini hayal meyal duydu Hazan. Elini bırakmadan diğer eliyle
kolunu kavradı Yağız’ın önce sonra başını yasladı onun omzuna. Yağız omzundaki
ağırlığın huzuruna bıraktı kendisini. Yer yer kesilmiş saçlarını okşamaya
başladı Hazan’ın. İnanamadan. Onca zaman imkansız dediği şeyin avucunun içinde
olmasına inanamadı. Konuşmadılar. Yol bitene kadar konuşmadılar. Yağız’ın evine
geldiklerinde yine ellerini ayırmadılar. Ne valizleri alırken ne içeri girerken
ne de Yağız ışıkları yakarken. Yağız:
-Aç mısın Hazan?,dediğinde
elinden tutup çekti Yağız’ı Hazan. Kaç zaman önce olduğunu hatırlamadığı
geçmişte bıraktığı anların birinde oturdukları koltuğa götürdü onu. Yan yana
oturduklarında sevdiği adamın göğsüne yattı. Eli hala elindeydi. Kelimelerini bıraktı
kendi bildikleri gibi dökülsünler:
“Seni sevdim ben, çok sevdim.
Sevdim sandığım onca saçmalığın içinde inandım sandığım hayatların içinde
gerçek salt gerçek olarak sevdim. Bilmedim gerçeğin bu kadar sert ama bu kadar
güzel olduğunu. Gerçeğin aslında içinde olmak istediğim tek yer olduğunu. Seni hangi
zamanda nerede sevdim, bilmiyorum. Fark ettiğimde dönülmez noktasındaydım. Kaçtım
çareymiş gibi. Kaçtıkça sana sürüklendim. Kim olduğunu bildim daha çok sevdim. Çünkü
senin isimlerden ötede gördüm ben. Tanıdım. Merhametini tattım. Sevgini gördüm.
Gözyaşına şahit oldum. Uğruna istemediğim prangalara razı oldum. Sonra bir an
geldi. Kötünün insafına seni bırakamayacağıma karar verdim. Geç kaldım. Çok geç
kaldım. Yağız ben seni sevmeye de çok geç kaldım sandım. Tanımamana razıydım. Beni
sevmekten vazgeçmenden korktum. Sonra...”
Yağız saçlarını okşadığı kadının
yüzünü göremese de ağladığını biliyordu. Bıraktı ağlasın. Acısını akıtsın. Bıraktı
konuşamadıklarını konuşsun. Nefeslensin.
“Sonra... Babamın gerçeğiyle
yüzleştim. Tıpkı senin yüzleştiğin gibi. Herkesin en yakınının taktığı maskenin
sıyrılmasının nasıl acı verdiğini anladım. Özür dilerim. Seni kırdığım için,
senden sakladığım için, seni korumak uğruna da olsa, sana olan aşkımdan
neredeyse kendimi kurban edecek olsam da benden duymalıydın. Affet.”
Hıçkırıklara boğulan Hazan’ın
çenesine uzandı Yağız. Kaldırdı başını. Onca zaman kendi başını eğen aşkın
artık başını kaldırması gerektiğini bildiğinden, sevdiği kadının başını dik
tutmasının onun aşkının dosdoğru ona çıkmasından duyduğu gururu görsün diye
kaldırdı o başı. Baktı aşkının sahibi gözlere. Yüzünde gezdirdi ellerini. Sildi
gözyaşlarını. Gülümsedi.
“Parmak mendilliği”,dedi. Hazan’ın
gözlerinde beliren yıldızlı ışıltıya baktı. Sonra onu aldı kolları arasına
sımsıkı sarıldı. Hazan’ın kokusuna gömdü
burnunu. Boğuk sesiyle ondan ayrılmadan konuşmaya başladı:
“Çok sevdim ben seni, çok. Öyle sevdim
ki, kendimden geçtim. Kendime rağmen sevdim. Her şeye rağmen sevdim. Pişman oldum
belki, ama seni sevdiğim için değil. En başta, en başında bu şeyin dönüşeceği
şeyi anlamama rağmen görmezden geldiğim için. Ona bırakmamalıydım seni. Anlamanı,
anlamamızı sağlamalıydım. Aşk affeder mi diye düşündüm. Yeterince aşksa affeder
dedim. Seni bulduğum yer, bizi bulduğum yer hep ölüm koktu. Ölüm yaşamla ne
kadar bıçak sırtıysa; aşkla nefret o kadar bıçak sırtıymış anladım. Ama ben
senden hiç nefret edemedim biliyor musun? Kızdım, kırıldım ama tanımam
diyemedim. Çünkü seni tanımamak kendimden vazgeçmekmiş. Beni ben yapana sırtını
dönmekmiş. Ailelerimizi gömdük biz seninle. Kalan sadece ikimiziz. Sana kalan
ben, bana kalan sen. İkimize kalan Aşk. Arkamı dönmem dönemem. Bu yaşanacak. Yaşanmalı.
Bize ne olursa olsun demiştim. Yine diyorum. Hazan nerede biz olabileceksek gidelim.
Benimle gelir misin?”
Hazan yek vücut olduğu adamdan
ayrılmadan:
“Seninle ölürüm yine de seni bırakmam
bundan sonra. Gidilecek yer neresi, hangi havada soluk alacağız ya da almayacak
mıyız? Umdumda değil. Sen olduktan sonra tabuta bile girerim, bunu biliyorum. Senin
olmadığın bir yerde nefes alamam. Sensiz artık yaşayamam. Gel dediğin yere gelirim.”
“Belki hiçbir şey güllük gülistanlık
olmayacak. Belki çok sıkıntı çekeceğiz. Mutlu olduğumuz anlar kadar mutsuz da
olacağız belki, bunca acının hayaleti bizi kovalayacak belki. Geceleri çığlık
atarak uyanacağız belki. Ailelerimizi affedemeyeceğiz belki. Geçmiş hatalarımızla
bazen çizikler atacağız belki birbirimize. Hazan yine de benimle misin?”
Güldü Hazan. Çözüldü sevdiği
adamdan. İki eliyle kavradı sevdiği adamın yanaklarını. Alnına düşen perçemi
itti. Onu ilk tanıdığı akşam yüzünde bıraktığı bıçak yarasının yerine dokundu. Onun
yemyeşil gözlerine bakıp:
“Biz daha önce de yaraladık
birbirimizi. Alışığız kendi açtığımız yaraları sağaltmaya. Ne olacak, senden
gelecek yaraya da acıya da razıyım ben. Öpersin geçer.”
Yağız uzanıp öptü aşkı kadını:
“Şarkı söyleriz geçer.”dedi.
Hazan:
“Şarkı söyleriz geçer. Biz olduktan
sonra.”
“Biz olduktan
sonra...”
Kalktı Yağız yerinden. Kucakladı sevdiği
kadını çok zaman önce bayılmışken onu taşıdığı gibi ama kokusuna kendisini
bırakarak, onun olduğunu olacağını bilerek geleceğine taşıdı onu.
Hamiş: Karacaoğlan Elif için asmış sazını salınsın
diye. Adına rüzgar denen zaman Elif’in ruhunu ölümsüzlüğe taşısın diye. Salındıkça
saz, telleri bağırmış Karaca ve Elif’in aşkını sonsuza. Hikaye ölümsüzlüktür. Aşk
onun mührü. Yağız ve Hazan mühürlendi. Rüzgar estikçe de yaşayacaklar. Tüm anlatılmayanlara
inat. Hep mutlu olun çocuklar. Biz olduğunuz o yerde.