29 Ocak 2024 Pazartesi

İmkansızdan Seken Sevda- Metila

 

                                             "-metila"

İnsanı insan yapan en önemli şeylerin başında gelir duygu. Duymak ya da diğer değişle hissetmek kadar o hissi nasıl yaşadığın da önemlidir. Öfke, nefret, kibir gibi kötücül dediğimiz ama insana dair olan duygular kadar sevgi, acıma, empati gibi duyguları da ne noktaya kadar yaşadığımız da önemlidir. Bu hafta Sakla Beni evrenine işte tam olarak buradan bakmaya karar verdik. Hadi sevgili okur, takıl peşimize bakalım hangi karakterde hangi duyguya savrulmuşuz.

                                             "-İncila kuzenim mi benim? Anne sen nasıl bir çaresizlik içerisindesin?"

Sakla Beni iki temel sorunsalla başladı bu haftaki bölümüne. İlk sorun İncila’nın kaçırılması, ikicisi ise Naz’ın İncila’nın kuzeni olduğunu öğrenmesi. Önce Naz’la başlayalım. Naz annesi Filiz’in ağzından çıkan “İncila senin kuzeninmiş.” cümlesine inanamadı önce. Nasıl inansın? Onun bir tanecik kölesi, oyuncağı, kıskançlıklarının merkezi, stres topu nasıl olur da onunla aynı kandan çıkardı? Filiz’in her şeyine ortak olacak dediği İncila nasıl olur da özgür olabilirdi? Anne kızın asla yanaşamayacağı şeylerin başında geliyordu paylaşmak. İncila onun sahip olduğu neye ortak olabilirdi ki? 


                                            " -Dede şuna bir şey söyler misin? Senden dolayı iyice tepeme çıktı bu.

                                         -Sen de zamanında onun tepesine çıktın. İncila sana ne yapmak isterse özgür.                                              Benden ona tam destek."

Naz’ın olabileceklerle ilgili öngörüsünde Naz’ın bilinçaltını görmek karaktere daha yakından bakmaya da vesile oldu sanıyorum seyirci için. Naz İncila’yı dedesinin yanında hayal ederken de sonrasında kuzen olduklarını söylediği taktirde İncila’nın tepkisini tahmin ederken de Nazca düşündü. Böylece anladık ki Naz çocukluğundan beri İncila’ya yaptığı her şeyi bilinçli bir kötülükle yapmış. İncila’ya verdiği kendi tabiriyle “artıklar”ı da onu aşağılamak için vermiş. Onca işkenceyi yaparken İncila’nın dur dediğini duymuş ama duymazdan gelmiş. Kısaca Naz İncila’ya her yaptığını farkındalıkla yapmış. Bu, Naz’ın içindeki kıskançlığın ve kötülüğün boyutunu anlamak açısından bence oldukça iyi bir veri. Naz’ın yapabileceklerinin bir sınırı yok. Kendi istediklerinin olması, kendi beklentilerinin karşılanması dışında da umurunda olan bir şey de yok. Aynı annesi gibi. Hatta beklediği bebek bile onun beklentilerinin ve dayatmalarının bir kuklası. Bu noktada İncila’yı kaybetmek de istemiyor tabi. Hatta öyle istemiyor ki bebeği bile umurunda değil o an. Anne-kızın kendi isteklerini diğer tüm insanların beklentilerinden hatta hayatlarından öncelikli görmeleri asıl mutsuzluk nedenleri ama görebilecek farkındalıklarının olduğunu söylemek zor. Mete’nin dediği gibi ne Naz ne de Filiz asla doyacak insanlar değil. Bu nedenle de mutlu olma veya birilerini mutlu etme olasılıkları dahi yok. Naz’ın tırmanışı sürecektir. İncila onun için öyle bir savaş alanı ki sınır tanımazlığı İncila konusunda gidebileceği en yüksek yere gidecektir.


                                                                          "-Ne istiyorsunuz benden?
                                                                          -Para. 20 milyona ihtiyacım var."

Bölüm başı diğer sorunsala gelirsek… İncila’nın kaçırılması hepimizin acaba Mete tarafından kurtarılacak mı sorusuyla beklediğimiz bir olaydı aslında. Ancak ters köşe oldu ve Mete’nin babası tarafından kaçırılan İncila’dan Mete’nin babasının 20 milyon lira talep etmesiyle de şaşkınlığa uğradık. Üstüne Mete’nin babasının İncila’yı Mete ile ilişkisini ifşalamakla tehdit etmesiyle de şaşkınlığımız beşe filan katlandı. Şimdi burada bazı sorularımız var ve cevap bekliyoruz. Soru bir Mete’den pek de istekli ayrılmış gibi durmayan bu baba namzedi neden oğlunun hayatını darmadağın edecek böylesine bir darbeyi indirme peşinde?  Hadi bu arkadaş bu kadar insanlıktan çıktı neden 20 milyon gibi bir miktarı asla bulamayacağı ortada olan evin hizmetlisi İncila’dan istiyor? Gitsin Mete’den istesin. Nereden bakarsak bakalım saçmalık. Ha babanın başka bir hesabı var gibi de durmuyor ama velev varsa da yine durumun saçmalığını aklamaz bende.


                                                       "-Korkuyorum, çıkar mısın? Biri gelecek şimdi.

                                                       -Bembeyaz olmuş zaten yüzün. Neden korkuyorsun?"

Sakla Beni bölüm boyunca bahsettiğimiz bu iki düğüm ekseninde yani Naz’ın İncila acaba biliyor mu korkusuyla, İncila’nın para bulma çabası içindeki çaresizlikle karışık korkuyla dönerken başka başka duygularla da karşılaştık.  Bölümde açık ara hissedilen duygu korkuydu bu net. Naz ve İncila sırlarla korkadursun Mete de bölümün başından sonuna kadar tek bir korkuyla yaşadı. İncila’yı kaybetme korkusu. İncila gider korkusu. Mete’nin, bölümlerce kendisinden kaçan İncila’nın ona “sen varsan ben varım.” dediği noktada şaşkınlıkla karışık yaşadığı sevincin nedenini sanırım izleyenler bu bölüm anladı. Mete öyle korkuyor ki İncila’yı kaybetmekten. Yapması gerekenlerle İncila için endişelenme arasındaki sıkışmış korkusu  öyle yüksek ki. Ben Mete’nin aşkının evrildiği yerin çok derin olduğunu bu bölüm hissettim. Aslında Mete çok zor durumda. Babasına benzememek için hayatı boyunca gösterdiği çabada babasının kaderini yaşıyor olduğunu hissetmesi onu çok yıpratıyor. Naz’la evli ama İncila’ya aşık. En başta İncila’yı dinlemediği, anlama çabasına girmediği için o yüzüğü taktı parmağına öfkeyle. Kendisinin de o meşhur kavgada dediği gibi “Köpek gibi pişman.” ama artık ortada sadece aileler yok. Bir çocuk var. Senaristimizin satır arasında bize selam yolladığı İngiltere’de yaşananlardan miras bir çocuk ki umarım ilk bölümde Naz’ın odasından çıkan arkadaşındır. Hamilelik olayının başından beri Mete’nin İncila’dan sonra Naz’a dokunamadığını söylediğini yazdık durduk. Demek duyulmuş serzenişimiz. Hala bu çocuk mevzusunun, her ne kadar Mete’nin kader döngüsünü kırmak derdiyle yazıldığını bilsek de, Mete karakterini sıkıntıya soktuğunu düşünüyorum. Zarar veriyor ona. Sürekli yardıma hazır bir rakip varken özellikle. Naz’a söyletilse de bizzat Mete’nin İncila’ya ona âşık olduğu andan beri Naz’a dokunmadığını söylemesi gerektiğini düşünüyorum mesela. Bir de yavaş yavaş Naz’ın Mete tarafından sevilmediğine ikna olması gerekiyor ki buna dair sinyaller Kadir üzerinden verilmeye başlanmış olsa da yeterli değil. Mete’nin her an gözünün sevdiği kadının üzerinde olması, Naz’a katlanma çabası ve sonunda babası ile yüzleşecek olması karakteri açısından dönüştürücü. Aslında ilk bölümden bu yana Mete’nin aşkla büyümesine şahit oluyoruz bu da bir gerçek. Çapkın ve hovarda Mete’nin sorumluluk alma çabasına hem çocuğuna hem sevdiğine sahip çıkmaya çalışmasına, bunları yaparken çektiği acıya şahit oluyoruz. Yaptığı her hatanın bedelini çok sert ödüyor Mete. Bir süre daha ödeyecek gibi. Ne yapalım acı büyütüyor insanı.


                                                       "-Korumuyorum Mete, korumuyorum. Ben sabahtan akşama                                                               kadar onunla muhabbet etsem ne olur? Gözümde, gönlümde sen                                                                 olduğun sürece."

Diğer taraftan İncila-Mete aşkında da yeni bir dönemin başladığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Tutkudan kavgaya oradan arkadaşlığa sonra sevgili olmaya geçen Mete ve İncila ağır ağır sevdaya evriliyor. Zaten birini sevmek çok boyutlu bir sevme hali değil midir?  Peki Sevda

Hamiş; Sevda, sevmek kökünden gelmez. Sevda köken olarak Arapça bir sözcüktür. Tek başına köktür yani. Bu kökün anlamı da güçlü sevgi, güçlü aşktır. Köklendikçe köklenen aşk. Gözden kalbe oradan ruha işleyen aşk. Doğu’nun anlatı geleneğinde sevdalandığında artık başkasına yer kalmaz kalbinde. Öncesi ve sonrası kalmaz. Sevda çekmek, kavuşmayı beklerken çekilen acıdır. Sessizdir bu acı dünyaya ama bir o kadar çığlık çığlığa bağırır insan kendi yüreğine. Yürek sadece bir kez sevdalanır. O da kendi tamamlayıcısına denk gelirse. Ona denk geldikten sonra daha azına razı olamaz. Çünkü kendi iç mezarından çıkmıştır artık ruh. Başkasına koşamaz, başkası ile olamaz. Başkası çürütür o ruhu. Çünkü bilir ki o şey, o tamamlanma hali sadece O’nunla olabilir. Ölümde de yaşamda da birlikteliktir. Sevda olağandışıdır. Erişilmez olandır. Herhangi biri olamaz. Yalnızca O’dur. 

                                                            

                                                               "-Ben üçüncü bir yol bulacağım.

                                                                 -Biliyorum."

İncila bu duygunun ustası hikâyede, Mete ise çırağı. Öğreniyor Mete. İmkansıza düşe düşe öğreniyor. İncila'nın hayalden seken gerçeğe bakışındaki nahifliğe baka baka öğreniyor Mete sevdaya düşmeyi. Birbirleri için “enlerin eni” onlar. Bu nedenle Mete ve İncila için başka bir ihtimal yok. İncila, Mete olmadan da Mete’yi sevmeyi bilmiş. Onun başına gelenleri kabullenmesi bundan. Bekliyor İncila, o bulmak istediği üçüncü yolu bulmasını. Ne zaman demeden, neden demeden, suçlamadan bekliyor İncila. Çocukluğundan beri boğuluşuna şahit olduğu Mete’nin ruhuna yük getirmemek için onu dinliyor. Sadece dinliyor İncila ve seviyor. Bakışıyla, kalbiyle seviyor. Mete de öğreniyor. Kendisinde olanın karşılığını duyduğu andan beri daha da derine dalıyor sevdasında. Kadir’e sarıldı diye vazgeçmiyor İncila’dan mesela artık. Kıskanıyor ama kendisini artık o duyguya teslim etmiyor Mete. Biliyor kalbinin aynasını. Tıpkı İncila’nın aynasında yansıyan kendi görüntüsü gibi. İncila Mete, Mete İncila. Birbirlerinin yansıması onlar. Yaraları aynı, şifaları da aynı. Naz’ın kıskançlıkla bastığı ele Mete’nin önce merhem sürmesi ardından öperek şifalaması bundan.


                                         "-Baba"

Oğullar babalarıyla savaşmadan büyümez. Oğullar babalarını öldürmeden iktidar olamaz. Bu ölüm semboliktir ama büyümek için bir erkeğin bunu yapması gerekir. O baba hiç olmamışsa hele savaş daha derin olacaktır. Kaybolmuş bir çocukluğun hesabı illa ki sorulacaktır. Mete’in önünde yaşayacağı iki iktidar savaşı var kendi “beni” için. İlki bölüm sonu tam karşısında kaldı. Sevdiği kadını tehdit eden babasına savaş bıçağını çekecektir. Sonra… Sonra Ziya Dede. Mete bu iki savaştan galip çıktığında artık önünde kimsenin durabileceğini sanmıyorum. Pekiii, İncila savaşı? Asıl meydan savaşının olacağı alan İncila. Mete onun kalbini aldı bile. İncila’yı kaybetmenin kıyısına dahi gelse Mete karşısında kimse duramayacaktır. Naz bile. Hatta iki aile bile.

 


                                                                   "-Mete ne yapıyorsun sen?

                                                                   -Asıl sen ne yapıyorsun? Kaçıp gitmeyi mi planlıyorsun?"

Son demde; hala bıçak sırtı ilerliyoruz. Metila  aşkımızda netiz ama karşı cepheye dair hala bir hamlemiz yok. Bebekten şüphelendik gibi oldu ama sonra dağıldık. Naz’ın şiddet eğilimini çabuk atlattık ki bence orası kaşınmalı. Kadir İncila’ya bu mesafede kalmalı ve asla yaklaşmamalı. Naz ve Kadir arasındaki aks bence gelişebilir zira sevgisiz birliktelikler kişilerin ihtiyacı olan ilgiyi asla sağmaz. Naz Kadir’le Mete’nin sevgisizliğini görüp ona yönelebilir. Kaldı ki Naz’ın meydan savaşı ya İncila’yla ya da İncila için. O halde İncila’ya âşık olan Kadir neden Naz’ın hedefi olmasın ki? Mete’nin artık bazı noktalarda öne çıkıp kendisini göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Hayat sorumluluğu alabileceğini görelim. İncila’nın okul mevzusunu o gündeme getirmeli ve kız o tımarhaneden çıkmalı. Kendi hayatına yönelik bir şeyler yapmalı ki bu Naz’la gerilimi de artırır. Mete ve İncila’nın aşkla harmanlanmış dostluğunu da seviyorum. Ama aşka dair bazı dokunuşlara ihtiyaç var. Yapılmak isteneni anlamakla beraber o dokunulamayan ama en derinde yaşanan sevdayı görmemiz gerek. Elimizde harika iki oyuncu var. Sınırlar zorlanabilir. O duygu en yüksekten verilebilir. Aşk ne de olsa yüksek bir duygu.

                                                                                                           UmayMasal

20 Ocak 2024 Cumartesi

Zalim ve Mazlum İkileminde Büyütülen Aşk- METİLA

 


"Sana dair ne varsa içimde sardım, sakladım. Kimse görmesin, bilmesin diye gözyaşımı bile içime akıttım. Bir gün karşıma çıktın. Gözlerim gözlerine yakalandı. Kaçamadım. O andan sonra bir senden saklanamadım.- İ

Bilmezdim sözcüklerin suskunluğa yenileceğini. Anlamazdım yalınlığın bu kadar düşsel olabileceğini. Bir çift güzel göz için insanın hayatından vazgeçebileceğini, onunla olsun da ölüm bile olsun diyebileceğimi. Senden öğrendim.-M" 

Dünya mazlumların zalimler elinde ezilişini izleyen sözde masumların kendilerine ihanetleri yüzünden bu kadar kötü. “Sakla Beni” aşk tematiği üzerine kurulmuş bir hikâye gibi dursa da aslında zalim ve masum arasındaki ilişkinin dinamiklerini de irdeleyen ilginç bir iş. Üçgeni çok seven Türk senaristleri adına da yaratıcı sayılabilecek bir üçgen var Sakla Beni evreninde. İncila- Mete- Naz üçgeni. Neresi ilginç, bir adam iki kadın diyebilirsiniz ama o noktada çok yanılırsınız. Burada ortada paylaşılamayan isim adam değil: İncila. Naz’ın takıntılı bağımlılığı İncila, Mete’nin ilk ve tek aşkı İncila. Madem anlatmaya başladık hikâyenin nasıl başladığından ilerleyelim.


                                                                  "-Ya gelmezse?

                                                                  -Cehennemin dibine kadar yolu var. Gerçi orada da yolu                                                                                                                                         bana düşer salağın.

                                                                  Zaten kim onu benim kadar tanır, benim kadar sever ki."

İlk bölümde, Naz ve İncila arasındaki köle- efendi ilişkisini gördük uzun uzun. Burada özellikle köle-efendi kavramlarını kullanıyorum çünkü Naz asla çalışanına kötü davranan işveren ifadesiyle yumuşatılabilir biri değil. Naz korkunç manipülatif, şımartılmış, üstüne güç bağımlılığı ile zehirlenmiş bir ruh. Bunun nedenleri elbet var ki burada öncelikli sorumluluk annesi Filiz’e ait. Naz annesinin yansıması. Sevmesini bilmeyen, sevgi dilini hükmetme isteğiyle karıştıran, başka hayatları önemsiz hatta oyun alanı gören Filiz’in aynası kızı Naz. İşte bu Naz’ın eline küçücük, kimsesiz haliyle oyuncak olarak verilmiş İncila. Anne ve babasının ölüm sorumluluğu yıkılmış üstüne, babaannesi ve dedesi tarafından istenmemiş bu minicik yeşil gözlü kız tam bir tımarhane olan yalıda Naz’ın işkencelerine muhatap olmuş. Bu işkenceler kimi zaman psikolojik bazen de darp şeklinde İncila’nın bedeninde ve ruhunda yaralar açarken Mete ile karşılaşmış İncila. Mete de onun gibi yaralı bir çocuk. Mete bu küçük kız çocuğunun hayatında edineceği yeri asla bilmeden tutmuş İncila’nın elini. Oyun oynamış onunla, onu görmüş, onunla gerçekten konuşmuş. Naz dışında herkes için duyulmaz ve görünmez olan İncila’ya arkadaş olmuş Mete. Yıllar süren ve daha ne kadar derinde olduğunu çok da bilemediğimiz yaralar açılırken İncila’nın ruhunda büyümüş bu üçlü. Tabi burada parantez açılması gereken bir nokta daha var. Naz’ın Mete’nin İncila’ya ilgisini fark edip kurduğu manipülatif oyun. Naz ve Mete’nin aynı odada yakalanmaları ve aileleri tarafından birbirlerine zincirlenmelerine neden olması. Bu Naz’ın çocuk aklının dayandığı sınırları görmek açısından önemli zira yetişkin bir Naz’ın sebep olabilecekleri tartışmaya açık. Bu oyun Naz açısından istediğini alma, Mete için kurtulmayı bile düşünemeyeceği bir zorunluluk.

                                                   "Çok yakışmış, benim en sevdiğim renk. Ama daha önce kimseye bu                                                                                                                                 kadar yakıştığını görmemiştim."                                                                       

      Bölüme dair bir sonraki aks Mete ve İncila. Naz’ın elbisesini almaya giden İncila ile henüz yurtdışından dönmüş Mete’nin karşılaşması. Mete’nin sırtını gördüğü İnci’nin çıplak ayaklarından etkilenişi ve devamında kızın giyindiği kabini kazara açışı. Kader bağı. Naz’ın belli ki Mete’yi etkilemek için seçtiği ve Mete’nin en sevdiği renk olan elbisenin İncila’nın üstündeki parlayışı. Çocukluğundaki arkadaşı ve içinde büyüttüğü aşkı ile İncila, İncila’nın kocaman yeşil gözlerinde kaybolan Mete. Mete’nin hayatındaki izi en büyük olan kadınların hepsinin yeşil gözlü olması. Annesi Gülten, teyzesi ve anne üç çeyreği Belgin ve şimdi İncila. Kader bağına bir düğüm daha. İncila’yı yakalama çabasındaki Mete’nin bu kez genç kadını, Naz’ı değil İncila’yı anlatan elbiseyle görmesi. Ondan gözlerini alamaması. Devamında tekrar onu görmek için kıza adres verişi ve giden İncila’nın arkasından bakışı. Sahne bütünüyle kader bağına yönelik verilerle dolu. Sonrasında asla Mete’ye gitmeyi düşünmeyen İncila’nın Naz tarafından itilip kakılması, kolyesini tamire yollanması ve tamir yapılan yerin Mete’ye yakınlığı. İncila geçtiğimiz hafta bu sahneyi İncilaca anlattı. Hayal arkadaşını ve sonra hayal aşkının kendisi için cidden nişana gitmeme ihtimalini merak etmiş o. Acaba… Mete onu bir anlığına bile olsa Naz’a tercih etmiş olabilir mi? Mete’nin kalbini temsil eden sığınağın kapısının ona açılışı ve içeri girerken yaşadığı tereddüt. Mete’nin tabiri ile ürkek bir ceylan gibi. Demek Mete bile isteye açmış o kapıyı yani kalbinin kapısı. Naz’a hiç açılamayan, açılmayan kapıyı. Sonra İncila’nın kendisine yemek yaparken bulduğu Mete. Oysa birileri için bir şeyler yapan hep İncila olur. Turna kuşu da yapmıştı değil mi Mete İncila için çocukken? Kadere bir düğüm daha. Mutfakta gergin İncila. Orada olmak istiyor ama olmamalı. Mete ise sanki hep orada olması gerekiyor gibi davranıyor ona. İncila şaşkın. Yemeğe oturuyorlar. İsmini soruyor Mete. Çocukluğuna dönüyor İncila. Mercan, diyor ve aşkın rengi kırmızı İncila oluveriyor. Yemek ve kaçamak sohbet derken Mete’nin ona aldığı hediyenin kutusunu açıyor İncila. Kutu Pandora’nın Kutusu aslında. İçinden çıkansa İncila’nın umudu. O kıpkırmızı elbise aşka direncin kırıldığı an. Mete’nin azalır hatta biter belki diye yürüdüğü, İncila’nınsa kendisi için tek bir gece diye her şeyi, kendini bile unuttuğu gece. Sonrası gittikçe büyüyen bir duygu. Her karşılaşmada artan, Naz’la ailelere söz verildiği için yapılan nişana rağmen karşı konulamayan bir tutku ve kuşkusuz aşk. Mete’ye verilen düğme ve düğümlü bileklik. Mete babasının gidişinden sonra hem annesinin hem babasının desteğini kaybetmiş bir çocuk. Tıpkı küçücükken anne ve babasını kaybeden İncila gibi. O bileklik ve geçen hafta İncila’daki yerini öğrenen Mete. Tüm o sevgisizlik içinde Mete’nin İncila’da gördüğü, hissettiği ve sonunda duyduğu kocaman aşk. Tıpkı kendisinde büyüdükçe büyüyen aşk gibi. Mete’de tüm tanımları değiştiren, kaderi diye yutturulan onca şeye karşı sadece aşk.


                                                                          "-Bedeli neyse ödeyelim benden gitme!

                                                                            -Ayrılacak mısın nişanlından?" 

Aşk;

Öyle bir duygudur ki aşk, kendisinin olduğu yerde başka bir duyguya izin vermez. Kendisinden başka bir şeyi barındırmaz yakınında. İncila ve Mete’yi çevreleyen travmatik evrende henüz bu noktaya gelinmediyse de gelinecek gibi duruyor. Çünkü bu bir aşk hikayesi olması yanında ciddi bir bağımsızlık savaşı. İncila’nın aslında torunu olduğu eve minnetle bağlılığından ve aslında hayatını bir oyun alanı gibi gören, kendi kölesini kaptırmama savaşındaki Naz’dan kurtulma savaşı. Diğer taraftan yine manipülasyonlarla Naz’a ve onun hastalıklı takıntısına zincirlenirken dedesiyle de arasında babasından koparılma sahnesiyle başlayan bir bağımlılık ilişkisi var. Kısaca aşk ikisini de ailelerine karşı ayaklandırmalı. Hoş ikilinin adım adım geldiği nokta çok ilginç. İkisi de Naz’a rağmen birbirine yürüdü. İncila, Naz için kendisini ifşaladı. Mete İncila için Naz’dan vazgeçmek üzereyken İncila’ya güvenini kaybetti Naz’la koşar adım evlenmeye kalktı. Aynı günün gecesi pişman olmaya başladı. İncila’yı acıttı ama kendisi de acıdı; İncila’yı vurdukça kendisini de vurduğunu anladı. Kıskanmakla sınandı. Naz’a kendi tabiriyle İnci’yi düşünmekten dokunamadı. Kızın kaçıp kaybolma ihtimaliyle sınandı. Devamında kızın gerçeğiyle yüzleşti. Evlenme ihtimalinde delirdi. Kadir’le, ailelerle kapıştı. Yetmedi daima Naz’la kapıştı. Hep İncila uğrunaydı savaş. Kız kaçtıkça kovaladı, hayaliyle avundu. İncila da farksız değildi. Mete’den gitmek istedikçe saplandı kaldı. Vicdan sesini bastırmak için kendisini cezalandırmaya kalktı. Ama Mete kendisini sevmekten vazgeçecek diye de ödü koptu. Flörtün kavga aşaması aşılıp diyalog kurabilme noktasına gelindiğinde Mete de İnci’nin aslında ne yaşadığına hâkim olmaya başladı. İncila ve Mete’nin arasındaki fırtına durunca İncila’nın itirafıyla ilk bölümlerdeki konuşabilen Metila geri döndü. Metila’nın arasındaki duygu çok katmanlı. Aşıklar ama aynı zamanda her şeyi konuşabilen iki dost onlar. Başkalarından birbirlerini saklarken birbirlerinden sakladıkları bir şey yok.


                                                        "Bütün İstanbul'u ayağa kaldırır bulurum seni, beni zorlama!"

Şimdiki zamana gelince;

Bu haftaki bölümde birlikte bir hayata kaçmaya çalışırken Naz engeline takılan bir Metila gördük. Naz’ın hamileliği hikâyenin ortasına bomba gibi düşerken İncila ve Mete’nin kalbi, ruhu paramparça oldu. İkisi de başka bir gelecek mümkün mü umuduna tutunup nelerden geçerek verdi kaçma kararını. Vicdan yükünü sırtlamaya, ailelerin desteğinden yoksun kalmaya, belki yargılamaları göğüslemeye gönüllü olarak çıkıyorlardı o yola. Sadece mutlu olmak için. Onlara nefes aldırmayan tüm zorunluluklardan kaçmak ve birlikte tek nefeste buluşmak içindi çabaları. Olmadı. Bulutlardan düştüler. Parçalandılar. İlk kez umut eden İncila’nın düşüşü Mete’den sert oldu. Çünkü ona her konuda cesaret veren Mete umut etmesine sebep olup mutluluğa en çok inandığı anda elini bırakmak zorunda kalmıştı. İncila’nın çektiği acının içindeki vicdan yükünün ne kadar arttığını gördük bölüm boyunca. Naz’a karşı hissettiği sorumluluğa eklenen bebek sorumluluğu. Diğer taraftan Mete’den aynı güçte karşılığı duyulan aşk ve bölüme damgasını vuran “Kader” sözcüğü. Mete’ye gelince babası olmak istemeyen Mete’nin babası gibi olmaktan kaçamadığı noktadayız. Babanın hikayesini Gülten’den dinledik. Baba tarafı ne anlatacak ilerde göreceğiz bence ama Mete yaşadığı travmayı yaşatmak istemiyor. Lakin öyle görünüyor ki İncila’dan da vazgeçmek istemiyor. Şimdilik çözümsüz bir şekilde sürükleniyor gibi. Kaçınılmaz olansa bir noktada karar vermek zorunda kalacağı. 

Burada küçük bir parantez açmak isterim. Bize vaad edilen hikâyenin baştan beri söylediğim iki aksı var. Birincisi kuşkusuz Mete- İncila aşkı. İkincisi ise bu aşkın tetiklediği olayların başta İncila ve Mete olmak üzere birbirine geçmiş ilişkileri içinde iki ailenin de özgürleşmesini sağlaması. Atıf ve Ziya’nın aileleri lanetlenmiş gibi birbirine bağlanmış ve bu bağ sanılanın aksine köleleştiriyor iki tarafı da. Peki bu lanetli bağın sebebi ne? Tabi ki de İncila’nın babaannesine yapılanlar.  Atıf Afife’ye sahip çıkmadığı ve ailesine onu kurban ettiği için bu lanetle yaşıyor ki ne kendisi ne de ailesinden tek kişi mutlu olabilmiş, Ziya ise Atıf’ın ailesi ile bir olup Afife’ye yaptıkları için suçlu ki aynı mutsuzluk Ziya’nın ailesinin üzerinde de dolaşıyor. Hepsi tam tersi yönde bencillikle uğraşsa da kurtuluşları İncila’nın hayatını ona geri vermek. Haklarını ve kuşkusuz aşkını. İncila mutsuz oldukça iki ailenin travmatik mutsuzluğu sürecek. Çözüm sadece İncila’nın haklarının teslim edilmesi. Başka yol yok. Ziya Dede buna gönüllü zaten. Afife’nin saçma Kadir manipülasyonları olmasa Ziya’nın İncila’ya hayalleri konusunda yardım edeceğine eminim ben. Umarım Atıf’ın ve ailesinin tüm o büyük burunlu tavrına karşılık Ziya İncila’nın destekçisi olmayı sürdürür. Zira İncila’nın kimsesi yok. Mete’den başka. Hikâyenin iki aksının da korunması gerekiyor. Yani aşkın da özgürlük savaşının da. Ama son dört haftadır hikâye patinaj yapıyor. Bütün akış İncila Kadir’le evlenecek mi evlenmeyecek mi sorunsalına kaydı. Üstüne bir de Naz’ın hamileliği geldi. Öncelikle bu iki durumda hikâyeye çok büyük zarar veriyor. Elbette çatışma çok önemlidir. Ancak çatışmanız karaktere ve hikâyeye hizmet etmeli. Biz izleyici olarak İncila ve Mete aşkında zorlu bir sürece gönüllü olduğumuzu biliyoruz ama… İşte o ama şu, siz Mete’ye “Senin yüzünden karıma dokunamıyorum.” dedirtip üstüne hiçbir boşluk bırakmadan evlendiği gece dahil sadece İncila peşinde koşan bir Mete gösterirseniz izleyen bu hamilelik için “Ne bu?” der. Hatta sadece bunu demez ekler: “Hem İncila’ya her anlamda engel ol, seviyorum de hem de karını hamile bırak.” Bu hamle hem Mete’ye karakter anlamında hem de aşkındaki samimiyet anlamında darbe vurur ki vurdu. Kadir’le evlilik ihtimalinin İncila’nın reddine rağmen cepte tutulmasına gelince, biz zaten İnci’nin Naz bağımlılığından kurtulmasını istiyoruz üstüne Kadir’le evlilik saçmalığını girilmesi yine hem aşka hem de karaktere ihanet. Bence bulunacak tek formül hamileliğin Naz’ın hasta zihninin ürünü olması ya da testin yanılması ki bu olsa bile İncila varken olan bir Naz-Mete birlikteliği sorun. Kadir’e gelirsek onun da hikayedeki yeri sadece gerilimde kalmalı, İncila’nın sağlam durup ki şu an duruyor, Kadir’le evlilik yoluna girmemesi lazım. Olmadığını düşünmek istiyorum ama hamilelik olsa bile.


                                                            
                                                               "- Nerde hangi şartta yaşadığımızın önemi yok, bana tek göz                                                                                                                       oda da yeter. sen yanımda ol.

                                                                -Olacağım. 

                                                               -Daha önce sana söyleyememiştim. Seni seviyorum.

                                                               -Ben de seni seviyorum."

Hamiş; son iki bölümdür birbirinden vazgeçemeyen Metila görmek güzel. Senarist çok ince bir buzun üstünde yürüyor. Mete adına da İncila adına da. Bu aşkın nelerden geçtiğini alt metin okuyabilenlere anlatma güç değil ama herkes bu beceride değil. Naz’ın İncila’ya çocukluğundan beri yaptıklarının hatta Mete’ye yaptıklarının her ikisine de yapmaya devam ettiklerinin görmezden gelinmesini istemiyorsanız hikâyeyi doğru kurmak zorundasınız. Metila’nın kabul görebileceği noktada kalması ancak böyle mümkün. Başka türlüsü zor. Aşkın özgürleştirmesi mottosu devam etmeli. Hatta tam olarak hikâye aksı orada tutulmalı. Dönüşürken, değişirken hep buna sadık kalınmalı. İyi bir hikaye damarı olan işin özenle o damarda bırakılmasını talep etmek sanıyorum hakkımız.   


                                                                              "-Ölmek istiyorum.

                                                                               -Sakın, söyleme böyle şeyler. Ne yaparım ben sensiz?"

Ve son söz; beni Sakla Beni evrenine getiren kişi. Yönetmenimiz Nadim Güç. Muazzam bir kadrajlama ve renk paleti. Aşk gözlerde başlar oradan kalbe iner ruha işler mottosunu ilmek ilmek gösteriyor izleyiciye. Sadece Mete ve İncila'nın gözlerine odaklanan kamera, onlar giydiğinde anlamlanan kırmızılar, yeşiller ve maviler.  Travmatik karakterlerin içini dışına vuran mimiklere, jestlere odaklanan açılar ve her kareye yerleştirilen mekana dair unsurlar. Mete'nin odasında asılı tablonun Naz ve Mete evliliğinin dinamiği olan kaos ve bir sürü gözü temsilen gözlerle dolu olması, Gülten'in odasına kimsenin ayakkabıyla giremiyor oluşu ile Mete'nin İncila'yı gördüğü anda kızın çıplak ayak olması, Atıf'ın evinin sözde soyluluk yansıması bir sürü değerli ama mutsuz eşya ile dolu olması hepsinin ayrıntıda gözükmesi ve ben buradayım demesi. Travmatik hikayede masalsı bir aşkın atmosferini yaratabilmesi muazzam. Buradan küçük bir tebrik.  

                                                                                                   UmayMasal

5 Ekim 2023 Perşembe

SEVGİLİ GEÇMİŞ-Bambaşka Biri

 Hayatta kalma refleksi midir insanı insana bağlayan yoksa aslında bağlantılarımız mı bizi hayatta tutan? Zaferlerimizin temel sebebi onaylanma ihtiyacı mı yoksa kendimizi gerçekleştirme derdimiz mi? Aşk aslında bir bedene yönelik mi yoksa o bedenin içindeki duyuş tarzının bizi bütünlemesinde mi? Adalet hak edenin hak ettiğini almasında mı yoksa aslında hayat hak edene hak ettiğini mi vermekte? Aile sizi sevip korumayı göze alanlar mı yoksa genetiğini size aktaran mı? Aşk; uğruna vazgeçtiğinle mi ölçülür, göze aldıklarınla mı?

Selam sevgili okur. Geçtiğimiz hafta hastalıklar, koşturmacalar derken geçtiğimiz haftaki bölüm yorumunu sizinle paylaşamadık. Bu hafta üçüncü ve dördüncü bölümü birleştirerek genel bir yorumda toparlayalım “Bambaşka Biri” hakkındaki görüşlerimizi dedik ve kapınızı çaldık.

Geçtiğimiz haftaki bölümde genel olarak düğümlerin arttığı bazı noktalarda bizlerin bildiği ama karakterlerin bilmediği şeylerin ortaya döküldüğünü gördük. Kenan’ın kendisiyle ilgili şüphelerinin artması, hafıza boşluklarının alan olarak genişlemesinden, rahatsızlıklarının çoğalması bana göre bölümün en önemli satır başlarıydı. Malum Doğan Kenan’dan haberdar. Kenan’a öfkesi, Kenan’a yönelik kıskançlığı ile Kenan’dan haberdar olması da cidden tehlikeli de görünüyor. Ama Kenan Doğan’ı bilmiyor. Ama geçtiğimiz hafta itibarıyla Doğan’ı şiddetle hissetmeye başladı Kenan. Hatta hafıza boşlukları için doktora bile gitti. Yalnız bu noktada Kenan’ın işi çok zor. Çoklu kişilik bozukluğu hakkında okuduğum birkaç makaleden öğrendiğim kadarıyla hastalığın en temel özelliği kişilikler ne kadar çok olursa olsun herhangi birinin diğerinden haberi olmaması. Burada Doğan, Kenan’ı bildiği ve garip bir şekilde istediği zaman bedene gelip gidebildiği için Kenan’ın Doğan’ı yakalama yönündeki çabaları çoğu zaman boşa düşüyor. Ki doktora gittiğinde de bu çaba Doğan’ın müdahalesi ile boşa gitti. Yine diğer bir kaçma kovalamaca Doğan ve Leyla arasında yaşanıyor. Doğan’ın kendisini kovalayan savcıyı, engellemek için Kenan’ı kullanarak Leyla’ya yaklaşması bölümün gerilimli taraflarındandı. Biz seyirci olarak Kenan’ın Leyla’ya âşık olduğunun farkındayız. Yine seyirci olarak Doğan’ın da Leyla’ya âşık olmasını bekliyoruz sanıyorum. Ancak geçtiğimiz haftaki bölümde Doğan’ın Leyla’yı hoş bulmasına rağmen duygu anlamında aşka yönelik bir gelişiminin henüz olmadığını senaristimiz bize gösterdi. Bunda Doğan’ın Zeynep yarasının payı olmakla birlikte Doğan’ın hayata karşı öfkesinin de payı var kuşkusuz. Diğer taraftan Doğan’ın keskin duvarını delebilecek kişinin Leyla olduğunu sanırken o duvarda delik açabilecek kişinin Kenan’ın annesi olabileceğini de hissettirdi bize Ethem Bey. Annesinin kucağında ağlarkenki savunmasızlığı ve belki sevgi ihtiyacı, annesine duyduğu özlem bunu ispatlar nitelikte her ne kadar Kenan’ın adı geçince delirse de. Doğan kırık bir çocuk. Ailesi tarafından istenmemiş ki yetimhanedeymiş. Sonrasında da yetimhanede belki kader birliği yaptığı arkadaşlarını kaybetmek de Doğan’ın parçalanmışlığını artırmış. Zeynep’in küçücük bir çocuk olan Doğan’daki yerinin aşk olduğuna inanmak bana zorlama geliyor açıkçası. Zeynep daha çok kardeş, korunması gereken biri duygusu açısından bana daha yakın ama bilemiyorum senaristimiz ne yapacak. Diğer taraftan Doğan’ın parçalanmış çocukluğunun yansıması parçalanmış kimliğinin parçası Kenan’a duyduğu öfkenin de müsebbibi Doğan’ın çektiği, hatırladığı tüm acılardan Kenan’ın bihaber olması sanıyorum. Unutulmak bir insan için en acı ceza. Yetimhanede unutulan bir çocuk Doğan. Ardından yetimhane yangını ve orada yaşanan felaket unutulmuş ardından en son zihni kendisini unutmuş. Bu büyük öfke sebebi. Doğan için Kenan rekabet edilen, yenilmesi gereken biri. Yazık ki Kenan’ın bu rekabetten haberi bile yok. Bu da Kenan’ı Doğan’a karşı savunmasız hale getiriyor. Diğer taraftan dizideki bir başka mücadele de babalar mücadelesi: Savcı Turan Öztürk ve Ekrem Gediz. İkisi de çocuklarını korumak adına girmek istemedikleri yollara giriyorlar. Savcı Turan Öztürk’ün oğlu Kenan’ı hem hastalığından hem de geçmişten koruma çabası kendi adaletiyle çelişmesine neden oluyor. İdris’le konuşmalarında aslında Doğan- Kenan’ın katil olduğunu öğrense de yakalama, yakalatma çabasına girmemesi; benim için nedeni anlaşılamasa da Doğan’ı en azından durdurmak için uğraşmaması ilginç bir çatışma. Ekrem Gediz’e gelince, yetimhane yangınındaki aktif sorumluluğundan dolayı vicdanen rahatsız olduğu baştan beri altı çizilen bir durum. Hatta cinayetler başlamadan kalp krizi geçirmesinin de sebebi bu gibi duruyor. Kızının bu olayla ilintili davada savcı olması, vicdani yükünü bir kenara koyup adını çocuklarına karşı koruma refleksine ağırlık vermesine neden oldu. Aslında bir diğer bir baba da İdris. Her ne kadar doğrudan bir baba sıfatı olmasa da İdris’in Doğan’ı koruma kollama refleksi onu baba konumuna getiriyor anlatıda. Her ne kadar Doğan’ın yaptıklarını desteklemesi hatta yardım etmesi babalık konusunda kafa karışıklığı yaratsa da ilerleyen dönemde Savcı Turan ve İdris arasında bir ortaklık görülebilir gibi. Burada anlayamadığım bir başka duygusal ayrıntı da İdris’in Turan’a tepkisi. Sonuç olarak kimsesiz bir çocuğu evlat edinmiş ve ona tüm sevgilerini öz evlatlarıymışçasına vermiş Turan ve Nevin Öztürk’e bu kadar tepkisel olması garip İdris’in. Doğan’a yaptığı cılız itirazlar inandırıcı değil. Burada İdris’in Doğan’a ilgisinin sadece hayatını kurtarmasıyla sınırlı olmadığı fikrim ağır basıyor. Devam edelim. Bu haftaki bölümün açılışını Doğan’ın Leyla’nın babasını tanıması ve ikinci cinayetini işlemesi sahnesiyle yaptık. Geçen hafta olay bazlı giden bölüm ağırlığının bu hafta biraz daha Leyla-Kenan-Doğan ilişkisine ve bu ilişkinin dinamiklerine kaydığını söyleyebiliriz. Leyla’nın katili yakalayamaması, üstüne tanığını kaybetmesi derken kendi tabiri ile küçük düşmesi Leyla-Kenan ikilisinin ilişkisinde yeni bir kapı açılmasına neden oldu. Kenan’ın özellikle bilinçaltında sakladığı olayların da yavaş yavaş su üstüne çıkmaya başlaması da yine Leyla’nın Kenan’a yönelik duvarını indirmeye başlamasında etkili oldu. Doğan’ın yönlendirmesiyle yetimhane yangınına kadar ulaşan Leyla ve Kenan ikilisi, bir taraftan da birbirini tanıyor. Ufak sohbetlerle birbirine yakından bakma fırsatı buluyor. Leyla’nın içine kapalı bir çocukluk geçirdiğini, sosyalleşme sorunu olduğunu, güvenmek konusunda sıkıntılar yaşadığını net bir şekilde Leyla’nın ağzından duyduk bu bölüm. Tüm bu sorunsallara rağmen Leyla’nın da Kenan’a çekildiği de ortada. Diğer taraftan mutlu, yaramazlığa açık, biraz şımartılmış, sosyal bir çocukluk geçiren Kenan’ınki tam tersi bir sıkışmışlık barındıran Doğan’ın da Leyla’ya ilgisinin bu bölüm büyüdüğünü söylemek sanırım yanlış olmaz. Yetimhane yangınını araştırırken aynı evde kalan Leyla ve Kenan, özellikle Kenan’ın yaşadığı içsel mücadele sırasında sayıkladıkları düşünülürse, yaşadıkları ile bambaşka bir eşiği geçti. Hatta Kenan ve Doğan geçişli olduğunu düşündüğüm “Sana âşık oluyorum.” sahnesinde, söz konusu cümleyi Doğan mı Kenan mı kurdu emin değilim. Çünkü konuşmanın büyük bölümü Kenan’da varken söz konusu cümle Kenan’ın hafızasında yok gibi. Kaldı ki Kenan bu itirafı yapabilitesi olan biri. Yaptıysa da arkasında rahatlıkla durur. Çünkü ilk andan beri Kenan, Leyla’ya sürükleniyor. Bu çok açık. Şikayetçi de değil üstelik. Soru Doğan bu duyguya kapılacak mı? Yani Leyla’ya olan yaklaşımı en azından geçen haftalardaki bölümlerde ilgili ama mesafeliydi. İdris Usta ile konuşmasında da suçladığı insanlardan biri olarak Leyla’yı da saydı. Bundan çıkarılabilecek sonuç sanırım konuşan Doğan’sa dahi bu bilinçli bir itiraf değil. Diğer taraftan Leyla babasının olanlardaki payını bilmeksizin, ki bilse de sanırım adalet için elinden geleni ardına koymaz, davanın peşinde koşmayı sürdürüyor. Katili yakalamak kadar katili o noktaya getiren argümantasyonların da peşine düşen genç kadın, bir yandan Kenan’a yönelik duygularında kargaşa yaşıyor. Kenan’ın inceliği, nezaketi ve duygu konusundaki açıklığı Leyla’nın yabancısı olduğu bir durum. Hem babası hem de ağabeyi düşünüldüğünde Kenan farklı bir erkek. Diğer taraftan Doğan, Leyla’nın genelde kaçındığı bir kimlik olarak Leyla’nın sınırlarını zorluyor. Bu haftanın son sahnesinde Leyla’nın babasının bagajda olduğu araba ile gerçekleri öğrenme peşine düşmeleri de bu sınırları zorlama halinin bir parçası. Leyla’nın babasının bu kadar erken öleceğini düşünmüyorum ama göreceğiz.

Son demde; aşk ateştir. Yakar kavurur. Ateşin bir başka becerisi de dönüştürmektir. Ateş dönüştürür. Kenan-Doğan’ın bölüm boyunca ateşler içinde yanmasında bu iki etkenin harmanlanması var bence. Kenan önce aşktan, sonra bilinçaltına gömdüklerinin yukarı çıkma çabasından yanmaya başladı. Doğan ise acısından yanmaya devam etti. Bu yanışta Doğan ve Kenan’ın aynı bedende nereye kadar ve nasıl dönüşeceğini göreceğiz ama bir şey var ki bu dönüşümün bir yerinde iyileşme ihtimali varsa bu ihtimal Leyla’da düğümleniyor gibi. Leyla su. Suyun hayat demek olduğunu yazmıştık. Kenan’ın acıdan içi yanarken o yangına su verenin Leyla olması tesadüf değil. Tıpkı hikâyede Mecnun’a da verdiği gibi. Kenan bir çölde. Kendi varlığının içinde onu kavuran bir çölde yaşıyor. İçinde bir başka benle yürüyor. Daha başka benler de çıkacak mı göreceğiz. Anlayamıyor Kenan ama hissediyor. İçinde bir katil var. Vicdanını Kenan’da bırakmış bir katil. O katilin sebepleri ve acıları da var. Kenan kendi çölünde bu acılara doğru yürüyor. Kendi doğruları ve Doğan’ın doğruları çarpışmak üzere. Diğer taraftan o çölde yoluna çıkan bir Leyla var. Hem Doğan’ın hem de Kenan’ın etik değerlerinin karşısında bir Leyla.  Ahu gözlü, gece gibi saçları olan Leyla’nın bu yolculukta sığınılan bir vaha, içilecek bir damla suyun müsebbibi olması da kuvvetle muhtemel. Doğan ve Kenan pek çok konuda ayrılsalar da ortak paydaları şefkate ihtiyaçları. Leyla o şefkati vermeye açık gibi görünmese de bu hafta gördük ki aslında Kenan için gözleri dolan, onun sancılarının sebebini bilmek isteyen, anlama çabasıyla canı yanan biri. Tüm o buz gibi hallerinin altında sakladığı kırgın kız çocuğunun gülümsemesini Kenan’a mı Doğan’a mı yönelik göreceğimiz merak konusu. Malum Doğan, Kenan’ın gözlerinden de izliyor olanları. Aralarındaki imkânsızlık her geçen hafta derinleşirken aralarındaki duygu da derinleşiyor aslında. Bambaşka Biri sınırda gezinmeye devam eden bir akışla devam ederken bir şekilde çoklu kişilik bozukluğuyla harmanladığı hikâyede sorularını ahlak, adalet ve iyilik nedir; aşk nerede başlar ve neye yöneliktir şeklinde sormayı sürdürüyor. Sistemsel kargaşalarımızın ortasında hasta bir adam, onun kendi adalet arayışı ve aşkı; sistemin parçası bir kadın, onun adaleti sağmala şekli ve benimsediği sert mesleki rolünün karşısına çıkardığı imkânsız aşk düğüm üstüne düğüm atıyor. Kısaca katil ve kanunun birbirine âşık olmasının çarpışması şiddetli olacak gibi.

Haftaya yeni bölümde yeniden buluşmak üzere…

                                                                                                                                                                                                                                                                                               UmayMasal


   

20 Eylül 2023 Çarşamba

Sadece Aşk ve Ölüm

 “Aysel git başımdan ben sana göre değilim

Ölümüm birden olacak biliyorum

Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Aysel git başımdan istemiyorum.

Sevdiğim anda sen üzülürsün

Sonbahar uğultusu duymamışsın ki

İçinden bir gemi kalkıp gitmemiş

Uzak yalnızlık limanlarına

Aykırı bir yolcuyum dünya geniş

Bir kulak çınlıyor içimdeki

Sakın başka bir şey getirme aklıma

Aysel git başımdan ben sana göre değilim

Ölümüm birden olacak seziyorum

Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Aysel git başımdan seni seviyorum.” – Attila İlhan

Merhaba sevgili okur. Yine ve yeniden “Bambaşka Biri” yorumunda birlikte yol alamaya var mısınız? Geçtiğimiz hafta Kenan-Doğan aksında bir katil ve televizyoncu kimliğinin çatışma başlangıcını, bir cinayeti ve bu cinayeti çözmeye çalışan aile defolu Savcı Leyla’nın hikayesiyle tanışmıştık. Bu hafta hızla olayların merkezine doğru ilerledik hikâyede. Tempo azalmadı tam tersine arttı. Aslında hikâyeyi iki farklı yerden ele almak gerekiyor galiba. Kaçıp kovalama tematiğinde Leyla-Doğan ve Kenan, aşk tematiğinde Leyla-Kenan ve Doğan. İlk akstan başlayalım.

Bu hafta Doğan’ı yakından tanırken başından geçen travmayla da yüzleştik. Ben başta Doğan’ın istismara uğramış olabileceğini, bu nedenle de çoklu kişilik bozukluğu ile bu travmayla başa çıkmanın yolunu bulduğunu düşünmüştüm. Bu teori kenarda hala dursun ama anladık ki Doğan yetimhanede ciddi bir tehlike atlatmış. Yetimhane, sebebi hala bizimle paylaşılmamakla birlikte, birileri tarafından yakılmış. Doğan da buna şahit olmuş. Sonrasında da yetimhanede arkadaşlarının yanarak ölümüne şahit olmuş. Ki gördük ki özellikle Zeynep’in ölümü Doğan açısından en travmatik olay. İdris’le tanışıklıklarının ve ikisi arasındaki bağın sebebinin de bu yangın olduğunu da anladık. İkili bu kez yangından sorumlu hademeyi kaçırarak cezalandırma yoluna gitti ki hademe ölmese bile Doğan’ın seri katile dönüşmesi yolundaki taşlar da döşenmiş oldu. Doğan yıllardır sağlanamayan ve zaman aşımına uğramış gözüken yangının intikamını hayatının merkezi yapmış durumda. İntikam, öfke, acı, sevgisizlik sarmalında sıkışıp kalmış biri Doğan. Geçen hafta yazıda bahsettiğim ve beklediğim gibi Doğan’ın en büyük nefreti Kenan’a. Sebebi de yaşadıkları bütün acıyı, travmayı yüklenen taraf Doğan’ken Kenan’ın hiçbir şeyi hatırlamaması, sevgi ile çevrelenmesi, hayatını Doğan’a göre kusursuz yaşaması. Diğer taraftan ortak kullanılan bedenin Kenan’a değil kendisine ait olduğu iddiasında olan Doğan’ın elini güçlendiren en önemli şeyse kuşkusuz, istediği an Kenan’ı baskılayabilmesi. Kenan’a kalansa sadece derin hafıza boşlukları. Burada parantez. Geçtiğimiz hafta Kenan ve Doğan geçişini aynı aksta görmek istediğimi söylemiştim. Bu hafta Kenan’ın yolladığı manifestoyu asla okumayacağını anlayan Doğan’ın anında Kenan’ı baskılayıp ardından Kenan gibi davranarak çıkıp manifestoyu okuduğu sahne cidden çok iyiydi. Burada Burak Deniz’in oyunculuğunun çok başarılı olduğunu da eklemem gerekiyor. Ama hala beden kavgaları bekliyorum. Kaldı ki yaptığı hamle ile Kenan’ın kendisini fark etmesi konusunda riski alan Doğan’ın bu kavgayı çok yakın zamanda yapacakları çok açık. Manifesto içeriğini düşündüğümüzde Doğan’ın topluma, adalet kavramına ve dolayısıyla var olan sisteme de karşı tutum içinde olduğu da açık. Bunun için kendince de haklı sebepleri var. Bu noktada küçük bir parantez daha. Dizinin ilk hafta madencilere, tacizlere yönelik verdiği mesajlara ek olarak Doğan’ın manifestosunun alt metninde olan toplumsal eşitsizliklere artı adalet kavramına yönelik eleştirilerin dokunduğu yerleri sevdim. Kapat parantezi. Geçen hafta Doğan’ı kıskandığını söyleyen Kenan’ın Doğan’ın içinden çıkan başka bir kimlik olduğunu öğrendiğinde yaşayacağı kırılma Doğan’ın söylediği gibi ev sahibi Kenan’ın içinden başka başka kimlikleri mi çıkartacak yoksa Doğan’ı baskılama yoluna bu kez bir yetişkin olarak mı gidecek? Katil olma fikriyle nasıl başa çıkacak? Bunlar sorular. Bir de Leyla kısmı var tabi. İşin duygusal boyutuna birazdan bakacağız ama özellikle Savcı Leyla ile Kenan’ın yakınlığını salaklık olarak gören Doğan’ın Kenan’la arasındaki mücadelede Leyla’yı nereye konumlandıracağı da önemli.  Doğan'ın yaşadığı acının içinde Leyla'yı koyacağı yer çok çok önemli.

Şimdi diğer aksa yani aşkla da harmanlanan Leyla- Kenan ve Doğan hattına bakalım. Kenan Leyla’nın aile sorunlarına şahit oldu bu hafta. Onun kırılmış, ötelenmiş çocukluk hikayesiyle tanıştı. Belki kendi hikayesine paralel bir kaybolmuşlukla tanıştı Leyla'nın gözlerinde. Bir de Attila İlhan hayranlığıyla tabi. Girişte de kullandığım şiirin ilk kısmını okudu Leyla’ya. Aysel yerine Leyla’yı kullanarak hem de. Leyla'ya dair kalbine biriktiriyor Kenan. Oyuncaklarını biriktirdiği çocuklar gibi. Leyla’ya aşkı hızlı ilerliyor gibi Kenan’ın. Bunda Leyla’nın gizeminin yanında Kenan’ın bilinçaltındaki Doğan’ın da etkisi olduğunu düşünüyorum bazen. Aşk meraktan beslenir. Bu aşkta merak kavramının altı da kalın kalın çiziliyor zaten. İkisi açısından da sırların olduğu bir duygusal yakınlığa sürükleniyorlar. Leyla’nın babasının Doğan’ın en büyük travmasındaki yerini tam bilmiyor olsak da babanın yaşadığı vicdan azabından anlaşılan ciddi bir pay sahibi olduğu. Bunu Doğan bilmiyorsa dahi kısa zaman sonra bileceği aşikâr. Leyla’nın Kenan’la ilişkisinin Kenan’ın çabasıyla ilerleyeceği de ortada. Genç kadının temel sorunu sevgide koşulsuz kabul zaten. Ailesi Leyla’yı abisi konusunda gösterdiği doğrucu Davut tavrı nedeniyle keskin bir şekilde dışlıyor. Baba dışında bu tavır, şiddeti farklı da olsa net. Babasının da Leyla’ya kızmaması belki de yaşadığı suçluluğun kefareti olarak görmesi kızını. Öyle ya onlar bir suç işledi ve onun en sevdiği de suç işleyenleri cezalandırıyor bir nevi. Oğlu da bu bedellerden biri. Kenan’ın “Neden bu işi yapıyorsun Leyla?” sorusunun cevabı bu noktada önemli. “Birisinin bunu yapması lazım.” Aşka geri dönersek Kenan’ın Leyla’nın acısını görmesinin ikisini yakınlaştıracağı ortada ama arada duran gölge yani Doğan’ın yaptığı son hamle bu yakınlaşmanın zamanını uzatabilir. Doğan’ın Kenan’ın salaklığı olarak yorumladığı aşka dönüşmeye başlayan hoşlanmada taraf haline gelmesi kaçınılmaz. Zeynep’e rağmen Doğan, Leyla’ya intikam için kullanmak dışında duygu besleyecek gibi. Son sahnedeki gülüş manidar. Peki Leyla? Onun ilgi alanı daha çok Kenan gibi ama Leyla’nın Doğan’la henüz tanışmamış ya da şöyle ifade edeyim tanışsa da onun Doğan olduğunu bilmemesi, öğrendiğinde ne yapacağı sorusunu da sorduruyor?  Muhtemelen âşık olacağı Kenan’ı Doğan’dan kurtarabilecek mi? Asıl evci olduğu iddiasındaki Doğan’la nasıl bir ilişki biçimi geliştirecek? Peki ya kişilik sayısı ikide sınırlı kalmazsa? Ortaya çıkması muhtemel bu kimlik veya kimliklerle Leyla ne yapacak? Göreceğiz. Ama kendi adıma bu tip bir durumun Leyla açısından merkezi bir sorun olabilmesi için aşkın Leyla tarafında da büyümesi gerekiyor. Pekiii…


Şimdi gelelim Masalistan bakışına. Adını meşhur hikâye Leyla ile Mecnun’dan alan Savcı Leyla’nın aşkı, adıyla müsemma Leyla’ya dönüşür mü? Kızımız son derece ciddi ve mantıklı bir kimlikle kendisini sınırlamışken, o sınırlar bir delinin peşinde flulaşır mı?  Adaleti kendi algılarıyla ve yaşanmışlıklarıyla sağlamaya çalışan Kenan-Doğan’ın aşk döngüsünde iyi, aydınlık ve güzel Kenan’la; kötü, karanlık ve çirkin Doğan’ın aynı ruhun parçaları olduğunu öğrenen Leyla adanmışlıkla sevmeye devam edebilir mi? Leyla, Leyla’ysa bunu yapacaktır. Hatta Kenan-Doğan babasını öldürse bile bunu yapabilme olasılığı çok yüksek. Koşulsuz sevmek. Ana mottosu koşulsuzluk ve merak olan bir aşk büyümekten başka yol bulamayacaktır. Şiirin de dediği gibi Kenan’ı sevdiği anda üzülecek olsa da Leyla; ölümünün birden olması kuvvetle muhtemel olsa da Kenan’ın değişimlerinde belki her kimliğinde Leyla ile yeni bir ilişki mottosu yaşayacak olsa da sevecek mi Leyla? Diğer taraftan adalete inancıyla babası ve sevdiği adam tarafından çevrelenecek Leyla’nın travmasının da Kenan-Doğan’dan eksik kalmayacağı net. Firavun’un yanında büyüyen Musa gibi adaleti arayan, adaleti sağlamaya çalışan Leyla’nın kardeşi ile yaşayacağı hesaplaşmanın sertliği de o acıya acı katacak. Unutmayalım Musa yanında büyüdüğü firavunla değil kardeşi gibi büyüdüğü firavunla kapıştı. Sembollerden giderken açıkça Atilla İlhan’ı aşkın diline yerleştiren senaristin Kenan’ın odasında hatta mutfağında asılı duran tabloya bakmadan olmaz. Tabloda sisli bir griliğe dağın tepesinden bakan bir adam var. Adamın yüzü yok. Sadece sureti var. Elimizde bedeni olan ama karanlığı şimdilik Doğan, aydınlığı şimdilik Kenan var. Koca bir sise, o sisin içindeki şehre, kendi içindeki şehrin karanlığına bakan bir ruh o. Bir taraftan kendisini adaletin savaşçısı olarak görüyor. O adalet kendi adaleti olsa da.           

Son demde; bu bölüm Leyla’ya daha da asılan Hande Erçel’i özellikle ağabeyi ile olan hesaplaşması ve sonrasındaki kırgın, dışlanmış duygusuyla Yasemin’le dertleşmesinde beğendim. Zaten Burak Deniz’le sahnelerinde seviyorum. Burak Deniz problematik kimliği oynamak için yaratılmış gibi. Kenan-Doğan aksındaki farkı öyle kuruyor ki cidden iyi diyor insan. Diğer oyuncular Menderes Samancılar ve Cem Davran iki uçtaki baba figürleri olarak müthiş. Çatışmalarını izlemek keyifli olacak.

Son söz ise ; sadece aşk ve ölüm her şeyi değiştirir.

Haftaya buluşmak dileğiyle…

                                                                                                                                                                                                                                                                                                           UmayMasal 





17 Eylül 2023 Pazar

İKİ YABANCI

 “Bir ben var benden içeri.”  "Bambaşka Biri" dizisini ikinci fragmanında kullanılan, geçen pazartesi izlerken benim de aklıma gelen Yunus Emre’nin sözü. Uzun zaman oldu sevgili okur. Hikâyenin peşinde koşma derdi bizimki. Daha önce de ya hikâyenin kendisinden ya da içinde bir yerinde hikâye içre hikayesinden etkilenerek blogumuza misafir ettik anlatıları. Uzun zamandır da yazmadık. Sebebi kalbimizi çalan bir anlatımla karşılaşmamamız veya bir yerinden gönül bağı kursak da sonradan o bağın elimizde bırakılmasıydı. Neyse sebeb-i girizgâh dizimiz ilk cümleden de anladığınız üzere “Bambaşka Biri”. Hikâye çoklu kişilik bozukluğu olan Kenan ve onun diğer kimliği Doğan arasındaki çatışma üzerine kurulu. Yani kahramanımız da anti kahramanımız da aynı kişi. Bu bağlamda cidden izlenesi. Diğer taraftan yıllar önce blogumuzda misafir ettiğimiz bir çiftin başrolde olması da bizim için çok güzel. Hande Erçel ve Burak Deniz’i  Hayat ve Murat olarak mutlu sonsuzluğa uğurladıktan sonra bu kez Kenan ve Leyla olarak izlemek de bonusu olunca yazmak elzem oldu. Yol uzun olacak gibi. Bizim eşlikçiliğimize gelince hikâye saçmalamadığı müddetçe burada olmaya çalışacağız. Şimdi eğer istersen peşime takıl birlikte bölüme bakalım.

İlk bölüm biraz karakterleri tanıtma, onların birbirine bağlanması ve biraz da olay düğümlerinin keskin şekilde atılmasıyla başladı. Önce Savcı Leyla ile tanıştık. Üç yıllık Doğu görevi sonrası İstanbul’a gelen Leyla’nın ailesiyle arasının çok da iyi olmadığını öğrendik. Öyle ki döndüğünü onlara haber dahi vermemişti Leyla. En yakın arkadaşıyla kahvaltı etmek isterken başsavcının onu çağırmasıyla masadan kalkan Leyla’nın mesleğiyle arasındaki bağın gücüne bölüm boyunca şahit olmaya da burada başladık. Bölümün ilerleyen kısmında Kenan’la ilk karşılaştığı yer olan restorandaki adamlara yaklaşımı, işlenen cinayette başsavcının oğlu olmasına rağmen Kenan’ı sorguya alışı ve kuşkusuz kendi ağabeyinin işlediği suça bakış açısındaki netlik Leyla’nın savcı kimliğinin adalet anlayışının yansıması olarak çok baskın olduğu. Başsavcının ona “Gerekirse babanı bile tanımayacaksın.” demesi de hem savcının hem Leyla’nın önüne konacak sınavlar açısından kehanet gibi. Burada minik bir parantez. Cem Davran’ın ilk bölümden muazzam bir başsavcı ve baba kimliği çıkardığını not düşmek isterim. Ben çok beğendim. Açılmaya elverişli bir kimlik. Yoruma devam. Kenan’la ve dolayısıyla Doğan’la yaşanacak çapraşık durum Leyla’yı da başsavcıyı da seçimlerle karşı karşıya bırakacak bu net. Lakin Leyla öncesinde ailesine dair elinde kalan tek kişi olan babası ile sınanacak gibi duruyor. Bu onun adalet algısını nereye götürecek göreceğiz ama bence daha çok kimliğinde ciddi bir kırılma yaşayacak gibi duruyor. Özellikle ilk cinayet, Hamdi Atılbay, sonrası ortaya çıkan tecavüz skandalı Leyla’nın babasına bağlandığında halihazırda kırılmış gözüken kız çocuğu kimliğinde derin bir kara delik açılacak. Babalar bizlerin köküdür. Leyla kökünü kaybedecek. Üstelik ağabeyini hapse göndermekten çekinmeyen Leyla’nın babasını da aynı yere göndermesi veya babasının öldürülmesine engel olamaması halinde ailesi ile kopma noktasına gelmiş ilişkisinin nerelere gideceği de karanlık bir tünel ki benim baktığım yerden ucunda aydınlık olmayan bir tünel.

Hikâyenin diğer tarafı aslında tam ortası Kenan’a gelirsek, öncelikle maden faciasındaki tavrı ile çok sevilen, önemsenen, talep gören, özgüvenli ve kendi adaletini basın üzerinden sağlamaya yatkın bir kimlik olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bu açıdan içindeki diğer kimliği Doğan’la benzeşiyor aslında. Doğan da kendi adaletini, kendi bildiği yerden sağlıyor. Bu da çoklu kişilik sorunu olsa da Kenan-Doğan’ın hukuksal adalete güvenmediğini ortaya koyuyor. İşte bu kesişimin ortasında duran kişi de o hukuksal adaleti temsil eden Leyla. Ne ilginç değil mi? Hangi kimliğinde olursa olsun senin adaleti sağlama şekline karşı çıkacak bir kadına âşık olmak… Derin bir iç çatışma. Kenan’ın babası da savcı dediğinizi duyar gibiyim. Babası Kenan’ı bağlar Doğan’ı değil. Unutmayalım Doğan daha önce de ortaya çıkmış ama o baba ve anne Doğan’ı terapilerle en derine yeniden gömmüşler. Onlar Doğan’ı değil Kenan’ı seçmiş. Kendi intikam yolunu çizen Doğan açısından öncelikli olmasalar da hikâyenin bir yerinde ceza kesilecekler arasında olabilir anne ve baba. Zira bölüm boyunca acaba Kenan Doğan’ı biliyor mu sorusu seyirciye sordurulsa da anladık ki Kenan Doğan’ı bilmiyor ama Doğan Kenan’ı biliyor. Bıçak ararken Kenan’ın şaşkınlığı bu sorunun en temiz cevabıydı sanıyorum. Bu durum bir süre sonra Doğan Kenan’ı yok etmeye çalışır mı sorusunu akla getiriyor. Cevap bana göre net. Evet. Şu an dahi onu derine gömen Kenan’a tepkili olan Doğan’ın Kenan’la aynı kadına âşık olduğunda yapabileceklerinin sınırı olmayacaktır. Evlatlık olan Kenan’ın muhtemelen yetimhanede yaşadığı istismarın sonunu olan Doğan’ın hayata dair motivasyonu kendi adaletini kendisi sağlamak üzerine. O bilincin en derininde yaşadıklarının acısını yüklenirken Kenan’ın unutmak denen konforda hayatına devam etmesi de Doğan’ın Kenan’a saldırması için neden. Leyla’dan etkilendiği her halinden belli olan Kenan’a darbe indirmek için yaklaşılacak ilk hedef Leyla. Bir taraftan Leyla’yı ilginç yapan diğer şey sanıyorum Kenan-Doğan’ın içte bir yerdeki yakalanma isteği. Unutmayalım. Bir sanatçıysanız ve eserinizden gurur duyuyorsanız onu anlayacak bir eleştirmenin övgüsü dünyaya bedeldir. Leyla adalet savaşçısı bir savcı. Suçluları içeri atıyor. Ağabeyini bile tanımıyor bunu yaparken. Adaleti sağladığını düşünen bir ruh başka kimin onayını ister ki?

Genel olarak bölümde kim katil, neden katil, kim, ne kadar Kenan’ın durumuna hâkim sorularının cevaplarını aldık. Sıradaki kurban da büyük ihtimalle Leyla’nın bulduğu fotoğraftaki diğer adam. Sonrası ise Leyla’nın babası. Ölür mü, yaşar mı göreceğiz ama eğer ölürse Leyla ile Kenan arasına bir de baba cenazesi girecek gibi duruyor. Peki aşk. Leyla-Kenan ve muhtemelen Doğan arasındaki üçgende merak duygusu üzerine kurulu bir aşk izleyeceğiz. Flaubert’in dediği gibi “Merak. Birine karşı, ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uza cümle, senden nefret ediyorum değil, artık bilmek istemiyorumdur.” Aşk bu hikâyede merakla büyüyecek büyük ustanın dediği gibi. Nefretle, öfkeyle, intikamla sarmalanabilir. Ama ne Leyla Kenan’a ne Kenan Leyla’ya bilmek istemiyorum diyebilecek gibi duruyor.  

Son olarak; dizinin renkleri, akışı ve çekilen görüntüleri çok sevdim. Yönetmenlik cidden başarılı. Oyunculuk anlamında Hande Erçel’in karaktere biraz daha asılması gerektiğini düşünüyorum ama ben HanBur kimyasını ALA’dan beri severim. Kim ne derse desin bence ikisinin kimya anlamında en iyi partnerleri birbirleri. Burak Deniz zaten iyi bir oyuncu. Kenan- Doğan aksını iyi yakalamış. Aynı sahnede birinden diğerine geçişini, iki karakterin bedendeki kavgasını görmek için sabırsızlanıyorum.

Merak edenlere, arı kutsal kitaplarda bereket, bolluk ve ölümsüzlüğü simgeler. Leyla’nın arı alerjisi var ve ilk bölümde Doğan birini öldürürken Kenan arının soktuğu Leyla’yı ölümden kurtardı. Leyla’nın sokulduğu anda babasının resmini bulması da ilginç bence. Leyla da mı kendi içinden başka birini çıkaracak yoksa? Aslında sokulma anında Leyla başka bir hayata mı doğdu? Öncesinde sürekli su içen Leyla yeniden doğuşa mı hazırlanıyor yoksa? Saflık ve erdemin sembolü olan su aynı zamanda yeniden doğuşun da simgesidir. Kısaca evlatlık olan Kenan, kimsesizliği yaşayan kimliği Doğan ve belki Leyla… Başından itibaren iki yabancı olan Leyla ve Kenan gerçekten iki yabancı mı?  Anneler evlatlarından kolay vazgeçebilir mi? Kim bilir? Haftaya görüşmek üzere…

                                                                                                    UmayMasal 




  

1 Aralık 2022 Perşembe

Büyürken mi Büyüdükten Sonra mı Aşk?

 Selam sevgili okur. Uzun zaman oldu. Takip eden bilir bu blogda keyfe keder yazılır. Canımız ister hikâyenin kendisine vuruluruz peşine takılırız canımız ister hikâyenin içinde saklı bir ayrıntıya takılır onun ardından kovalarız. Ama ne olursa olsun bunu kendimizce ve evrenin yapısının bütününe bakarak yaparız. Hatta baktık hikâye bizim sevdiğimiz akstan çıktı başka bir yere savruldu iyi o zaman deyip yolumuzu ayırırız. Neyse  sebeb-i girizgâh Tozluyaka evreninin iki çift. Biri sosyal medyadaki adıyla ZeyÇağ diğeri de DerÖn. Zeyno ve Çağrı hikayenin gençler ayağının bana göre en güçlü çifti diğeri yani Derya Önder ise başka türlü bir hikayede rahatlıkla merkeze yerleşebilecek bir ikinci bahar aşkı. Dizi bizim hanede annemin Dolunay Soysert sevgisi nedeniyle izleniyor. Ben de onunla birlikte, onun seçimi olarak izliyorum. Hikaye örgüsünün en sert düğümü yani Vefa’nın ölümünden sorumlu olan kişinin ortaya çıkması ve bir nevi katilin cezasını çekmesinin ardından Tozluyaka içinde yeni çatışma alanları aranmaya başladı. Fakat çatışmanın yetişkin tarafı bir anda iyilerimiz açısından garip bir yere evirilip gençler kısmı da bariz şekilde çatışma dışı kalınca dizi kan kaybetmeye başladı. Lakinnnn… Şimdi akışla ilgili eleştiri ve önerileri sonraya bırakıp lakin kısmından devam edelim.

Aşk benim kurguda en çok sevdiğim konulardan biri. Nasıl işlendiği, hangi temele oturduğu ve ilişkinin gelişimde tarafları değiştirebilme gücünün nereye koyulduğu benim için önemli bağlayıcılardandır. Tozluyaka’da da söz ettiğim bu iki cephe dönüştürme şekli, cesareti ile cidden güzel temelli aşklar. Öncelikle Derya-Önder…

İkinci baharı yaşıyor ömrüm… Zihnimde bu şarkı ile izlediğim çiftlerden biri bu ikili. Öncelikle aşkın 17-25 yaş aralığına sıkıştığı hatta zaman zaman yaş almış aktörlerin kızları olacak yaştaki oyuncularla partner olduğu dizi atmosferinde ciddi bir nefes alma alanı Derya ve Önder’in hikayesi. İkisinin de yaşadığı başarısız ilişkileri var geçmişlerinde. Tesadüf mü demeli tevafuk mu bilemem ama ikilinin önceki partnerleri tam anlamıyla narsisimin dibini sıyıran insanlar. Kenan kendi çıkarı uğruna oğullarını dahi feda etmekten çekinmeyen, sorunlu bir baba modeli her şeyden önce. Hoş burada parantez Tozluyaka evreninde Önder ve Bilal dışında düzgün baba yok. Ya kayıplar ya hasta ruhlu. Neyse devam. Kenan kadar hasta ruhlu diğer kişi de Nesrin. Oğluna dahi Önder’e yakın olmak için yaklaşan, üstelik çocuğunun ruh sağlığıyla oynamak pahasına yalanlar söyleyen biri Nesrin. Kısaca takıntıları uğruna önlerine çıkan hiçbir şeyi harcamaktan çekinmeyen bu iki güya yetişkin çok tehlikeli. Derya da Önder de çocukları ile sınana sınana geldikleri süreçlerden öylesine makul bireyler olarak çıkmışlar ki sapasağlam duruyorlar her krizde. Belki de ne istemediklerini bildikleri için ne istediklerini de biliyorlar. Bu sağlam duruş ortaklığıyla başlayan arkadaşlıklarının da aşka evirilmesi kaçınılmaz hale geldi dolayısıyla. Önder baskılamayan, alan yaratan, nezaket sahibi bir adam. Çelişik karakteri Kenan’ın aksine sevmeyi biliyor. Alan daraltmıyor. Kızıyor, kıskanıyor, kırılıyor ama kızdırmıyor, kıskandırma çabasına girmiyor, kırmamak için uğraşıyor. Derya ise yaşadıklarına, kimsesizliğine inat dimdik duran bir kadın. Sert bir mizaç geliştirmiş. Hayat zorunda bırakmış onu. Derya’nın hayatla inatlaşmasının ortasına düşen Önder’in yaptığı ilk şey sanırım Derya’nın yalnızlığını almak oldu. Her sorunda yanında durdu. Oğlunun tarafı ve Derya’nın oğlunun tarafı arasındaki savaşta tam ortada durarak Derya’nın güvenini kazandı. Derya gibi oğlunun babası ve ailesi tarafından yok sayılmış, en çok güveninden vurulmuş, hayatta kendisinden başka kimseye güvenemeyen biri için ne büyük aşama. Sonrasında Önder’i tanıdıkça aralarındaki benzerlikler ve ortak kader devreye girdikçe Önder’e sevgi büyütmesi de artık kaçınılmaz hale geliyor haliyle. Şimdi geldikleri noktaya bakınca saçma sapan bir entrikanın ortasındalar. Gerekli miydi? Bilmiyorum. Bence değildi. Birbirlerine olan sevgileri böylesine sert bir sınavdan geçmeli miydi? Hoş hastalıklı Kenan ve Nesrin varken bir yerden mutlaka patlayacaktı o silah. Bundan sonra ne olacak göreceğiz. Umarım daha da tırmanıp aralarındaki bağ zedelenmez. Nesrin ve Kenan’ın oyunları ortaya çıkar. Aşkın ikinci baharındaki Derya ve Önder bir araya gelir.




Diğer taraf Zeyno ve Çağrı’ya gelirsek. Bu ikilinin arasındaki duygu tam anlamıyla bir ilk aşk. İnsanın kulaklarında Sabahattin Ali’nin “Çocuklar gibi” şiiri yankılanıyor bu ikisini görünce.

“Hissedince sana vurulduğumu,

Anladım ne kadar yorulduğumu,

Sakinleştiğimi, durulduğumu,

Denize dökülen bir pınar gibi.”

Zeyno babasının prensesi olamamış eksik gedik kız çocuğu yüreğini saklamış hep. Erkek gibi olarak belki babasının sevdiği evladı olabileceğini düşünmüş belki ya da hayatta ayakta kalmanın ancak erkek gibi olmakla mümkün olacağını düşündü kim bilir. Tıpkı Derya gibi Zeyno. Güven onun en kırılgan yeri. Arkadaşları çok kıymetli çünkü onlara güveniyor. Babasının gerçeğiyle karşılaştığında parça parça olan Zeyno’nun kabuğunu tam da buradan kırması boşuna değil. Parçalarını toplamadan hemen önce, dostları onu sarıp sarmalamadan hemen önce Çağrı ile karşılaşmaları da boşuna değil. Hatta Zeyno’nun genç bir kız olduğunu hatırlamadan önce sınıfta ona hatırlatma yapanın Çağrı olması, elbiseli ilk kombinini abartılı tepkisiyle karşılayanın Çağrı olması da tesadüf değil. Tıpkı arkadaşlıkları konusundaki aldatılmışlığı, uğradığı haksızlıklar, bakış açısındaki defo konusunda Çağrı’yı uyaranın Zeyno olması gibi. Zeyno’nun kırıldığı yerden kendisi kırılınca yani annesinin gerçeğiyle yüzleştiğinde Çağrı’nın Zeyno’ya sığınmasının tesadüf olmaması gibi. Başta öfke kontrolü konusunda sorun yaşayan Çağrı’nın sakinleşmesinde Zeyno’nun etkisi de en az yaşadıkları kadar önemli. Bazen sosyal medyada buna ilişkin serzenişler görüyorum. Ama şunun ıskalandığını düşünüyorum. Çağrı birini öldürdüğünü sandı. Vicdanıyla yaşadığı travmatik yüzleşmeden sağ çıkmasında babasının sevgisi etkiliydi. Sonrasında arkadaşlarının ihanetleri ile karşılaştı. Onlardan farklı yerden değişmeye başladı. Babasının güvensizliğini yaşadı. Belki yıllarca annesinden neden nefret ediyor diye düşündüğü babasının haklılığı ile sarsıldı. Âşık oldu. Reddedildi. Annesi gözünün önünde bıçaklandı. Korktu çok korktu. Tam sevdiği kızın elini tutmaya hazırlanırken onun çevresi ve kendisi arasındaki duvar dikildi karşısında. Bu bir kez olmadı üstelik. Defalarca ve defalarca oldu. Sınandı Çağrı. Dürüstlüğünden sınandı ve sınavı geçti. Zeyno ve Çağrı arasındaki ilişki ikisi açısından da değiştiren, farklılaştıran bir aksta ilerliyor. Çağrı babasının oğlu. Nazik, kendine özgü ve sevmeyi biliyor. Sevdiği kimseyi geride bırakamıyor. Asla bırakmıyor. Zeyno da öyle. Ali’ye dair hissettiğinin aşk olmadığını anlama süreci atlanıp geçilse de ki bence bu ciddi bir boşluk, Zeyno  Çağrı’yı sevmeye başlamadan hemen önce ona güvenmeyi öğrendi. Bir oyunun içinde olduğunu sandığı süreçte bile Çağrı’nın iyi niyetiyle karşılaştı ve Ege’ye karşı onu savundu. Çağrı saf bir noktadan bakıyor hayata ve Zeyno o bakışın en derin yerindeki ilk aşkı. Ne demişti: “Artık senden bir şey saklamak istemiyorum.” Tam da burası bu aşkın çekirdeği. Kimse kimseden saklanmıyor. Acı çekerken de severken de çocuklukta da saflıkta da oyunbazlıkta da saklanmıyorlar birbirlerinden. Birlikte büyüme halinin en tatlı tonu ZeyÇağ kod adlı Zeyno Çağrı. Güvenmek, yaslanmak, aynı yerden acı çekmek, sevgide eksik gedik kalınan yerden birlikte sürgün vermek… Keşke diyalog anlamında biraz daha beslenebilseler diyeceğim de işte… Buraya derin bir işte bırakıyorum.




Son demde; Tozluyaka’nın şu an en büyük sorunu ciddi bir çatışma alanından yoksun oluşu. Berk’in iyi mi olmalı kötü mü kalmalı kargaşası devam ediyor. İyi kalamıyor gözümde çünkü sadece Cemre konusunda acı çekti ve baba kaybı konusunda. Yani duygusu ve empatisi kendisinden çıkmadı. Ali çok karikatür kalıyor. Esas oğlan statüsündeki karakter o kadar defosuz yazılmaya çalışılıyor ki Derya Önder konusunda yol açtığı sorun çok derin olmasına rağmen üstü örtülüyor. Bu da seyirci ile bağı koparıyor. Kenan çatışması ne kadar taşır hikâyeyi bilmiyorum. Çünkü orada Kenan’ın tavrı nefes alacak alan bırakmıyor bu düğüm yerinde seyirciye. Hazal da koyu griden açığa evirildiğine göre elimizde kimse kalmıyor. Ya düşman iki tarafı aynı tarafa tüm kimlik çatışmalarına rağmen çekecek büyük bir dış çatışma gelmeli ya da… Üzgünüm. Ben aşk noktasında yazdığım iki ilişkinin alıcısıyım. Ama derinleşmeleri lazım. 2.30 saatlik bölümü sırtlamak içinse daha büyük bir şeye ihtiyaç var. Pazar zor gün. Benden şimdilik bu kadar sevgili okur. Belki yine geliriz. Kim bilir?

                                                                                                         UmayMasal